30 Aralık 2011 Cuma

ADAPAZARI MERKEZ KAFASINA GÖRE HERKES

    Kimi şehirler vardır ki hayatınız bir döneminde yolunuz onunla kesişmiştir. Bu kimi zaman çocuklukta babanın memuriyeti, belki gençlikte üniversite yollarında, kimi zaman da askerlik, memuriyet, izdivaç... Bir de bu şehirde bıraktığınız bir tarihiniz, yaşanmışlıklar vardır. Bu tarih hep mutlu anlardan örülmemişte olabilir. Muhtemel öyledir Polyana'yı kaybedişimizin üzerinden çok mevsimler geçti.  O şehrin ismi TV ekranında, gazete ya da dergi sayfalarında ya da internette amaçsız gezinirken aniden karşınıza çıkar. İlk an zihninizde bir renk, bir koku, bir ses ve bir gökyüzü belirir. İşte o şehrin anlamı, sizde bıraktığı o tortudur. Adapazarı'nın benim kişisel tarihimde bir karşılığı vardır. İki sene süren M.Y.O. deneyimini bu şehirde yaşadım. Farkındaysanız Sakarya değilde Adapazarı demekteyim. Adapazarı her ne kadar  resmi kayıtlarda Sakarya ilinin merkez ilçesiyse de fiiliyatta pek öyle olmuyor.  Çokça" Sakaryalı'yım" diyen birini göremezsiniz. Adapazarlı'dırlar. Olsa olsa Sakaryasporu tutarlar.

     25 Aralık 2011 günü yaptığım bu gezide kadim dostum Tayfun bana eşlik ediyor. Bizi Adapazarına götürecek olan  07:25 Adapazarı Ekspresi için Haydarpaşa Garındayım. Tayfun Erenköy İstasyonundan trene binecek.
"ADA" YOLCUSU KALMASIN
 Adapazarı Ekspresi bölgesel bir tren. Anahat treni değil. Anahat treni olmaması böylesi kış günü buz gibi olmasının, bu kadar özensiz ve konforsuz olmasının mazereti olmamalı. Eski ile mukayese edildiğinde bir ilerlemeden bahsedebiliriz ama hala çağın çok gerisinde. Yine de şöyle bir düşününce Haydarpaşa Garı, körfez, dağlar, sarı sarı istasyon binaları, Sapanca Gölü, kavaklıklar, süren giden tıkırtılar, düdük sesleri, tok kapı kapanışları... Tren yolculuğunu değme otobüs yolculuğuna değişmem. Derseniz ki "Otobüs penceresinden gördüğün dağlar o dağlar değil mi?" Değil derim. İnsanın haleti ruhiyesi, ne gördüğü, gördüğünün onu nerelere götürdüğü yerine göre değişiyor.  Tren yolculuğunun her daim bir nebze melankolisi vardır.
BUSİNESS CLASS
 Tren Haydarpaşa'dan ayrılıyor.. Erenköy İstasyonunda Tayfun da trene biniyor. Bir süre sonra kondüktör görünüyor, rutin bilet kontrolünü yapmakta. Demiryolcularla sohbete girmek hiçte zor değildir. Üşüyen yolcuları görünce kondüktör; " Tren hareket etmeden şöyle bir saat önceden çalıştırsalar... siz de biz de böyle üşümesek..." Tecrübeli yolcu edasıyla  kendisine ,Pendik'ten sonra ısınırız İzmit'ten sonra da yanarız diyorum. Bana doğunun bir yanı uçurum, nehir, diğer yanı ise dağ tren yollarını, zamanın da kazma,kürekle yapılmış tünellerini, kara saplanmış ekspreslerini anlatıyor. Tren İzmit'e yaklaşınca seyyar satıcılar belirmeye başlıyor. Yaşlıca, zayıf, solgun satıcı dikkatimi çekiyor. Kondüktör yeni binenlerin biletlerini kontrol için vagonları geziyor. Satıcı o işini yaparken sessizce oturup bekliyor. Kondüktör seyyar satıcıya yaklaşıp " Ne o görünmüyordun, hastamıydın ?" diye soruyor. Seyyar satıcı ile aralarında hastalık üzerine bir sohbet yürüyor. Kondüktör ayrılırken satıcının dostça sırtını sıvazlayıp "İyi bak kendine..." diyor. Kondüktörün muhtemel görevlerinden biri de seyyar satıcıları trene sokmamaktır. Dostlar! tren dediğimiz demirden demiryolcu ise insan... Artık İzmit'teyiz. İzmit bir süredir "İçinden tren geçen şehirler"'den değil. Demiryolu  artık şehrin kıyısından geçmekte. Derbent , Maşukiye, Sapanca, Arifiye derken nihayetinde Adapazarı.


ADAPAZARI MERKEZ KAFASINA GÖRE HERKES

   Adapazarda ilk gitmek istediğimiz adres Justinianus Köprüsü ( Beşköprü). Nasıl gideceğimizi bir bilene sormalıyız. Garın hemen yanında ki minibüs duraklarında kahyalardan birine yanaşıyoruz. Fazlaca turist gözükmemek için de köprüyü adıyla değilde, Beşköprü, Serdivan tarafına ne ile gideriz ?diye soruyorum. Kahya amcamız" Bak şimdi ikiside birbirinden alakasız yerler.." diye cevap verince. Ya işte tarihi köprü falan... " Justinianus Köprüsü desene canım !" diye cevap veriyor. Hey hey ! Selim Bey herkes senin gibi cahil mi ? Hiç... Bir taraftan da montumun yamulmuş yakasını elleriyle düzeltiyor.
 " Şuradan Maltepe minibüslerine binin, tam yanında inersiniz" Kahya amcamıza teşekkür edip. Maltepe minibüs ile yola koyuluyoruz.

 JUSTİNİANUS KÖPRÜSÜ

          Justinianus Köprüsü (Beşköprü) Türkiye'nin önemli kültür değerlerinden biri olarak kabul ediliyor. Bizans imparatoru Justinianus tarafından  M.S.560 yılında yaptırılmış. Yapımında kalker taşı kullanılan köprünün boyu 375 mt, genişliği ise 9,85 mt. Çark Deresi (Melas) üzerine yapılan yapının 12 kemeri var.Köprünün güney cephesinde bulunan selyarlar yarım daire, kuzey cephesinde ise üçgen formunda. Köprünün baş tarafında apsisli bir kalıntı, güney cephesinde tonozlu bir yapı kalıntısı mevcut. Şimdi geldik en önemli meseleye niye bu Bizanslılar bir derenin üzerine hem de suyun akış yönünün tersine böylesi devasa bir köprü yapmışlar.( Elleri dert görmesin o ayrı) Yeşilçam filmlerinde gördüğümüz nöbet sırasında sürekli sağa sola bakan, bıyıklı, oldukça kısa, birine vurdun mu labut gibi beşi birden yere serilen, güzel prensesleri harici kayda alınmayacak bu insanlardan başka ne beklenir. Şaka bir yana uzmanlara göre köprü; İzmit Körfezini, Sapanca Gölü üzerinden Sakarya Nehri aracılığıyla Karadeniz'e bağlama projesinin bir parçası. Yıkılmış olduğu kabul edilen dört köprü ile bir büyük kompleksin içinde yer alıyor. Evet kabul edelim oldukça "çılgın proje". Görülüyor ki bu topraklar tarih boyunca "çılgın proje" konusunda sıkıntı yaşamamış.





Biz tekrar köprüye dönecek olursak, insanın dikkatini çeken bir diğer husus zeminde görülen noktalamalar diyebililirim. Bizanslı mimar ve taş ustaları köprüden gelip geçenler kayar düşer diye tek tek tüm mermer zemini noktalamışlar.
                                                                                                          
ÖNCE İNSAN...
   Köprü 1995 yılında Karayollarınca restore edilmiş fakat 1999 depremide hasara uğramış, özellikle korkuluklarında yer yer yıkıntılar var. Köprünün en güzel yanlarından biri de kemerlerinin birinden tren geçiyor olması. Bu bile başlı başına bir özellik. İki senesini Adapazarın'da geçiripte bir kez bile bu köprüye gelmemiş biri olarak en azından bir ayıbımdan temize çıkıyorum.

İÇİNDEN TREN GEÇEN KÖPRÜ

  Merkezdeyim Atatürk Caddesi üzerinde bulunan Yeni Cami önündeyiz. Dikkatimi minyatür Türk evi maketi çekiyor üstünde "İnsan Hakları Şikayet Kutusu" yazıyor. Bu kutular şehrin değişik yerlerine yerleştirilmiş. Anlamından uzak, hiçbir gayesi ve sonucu olmayacak işler. İnsan hakları için ne yaptınız ? " Halkı bilinçlerdirmek için kutu, kutu evler diktik." Şimdi etrafınızda insan haklarına aykırı bir eylem görüyorsunuz, misal doğulu mevsimlik işçileri linç etmeye çalışıyorlar. (Adapazarı bunları yaşadı) Siz ne yapıyorsunuz şikayetinizi yazıp bu kutulara atıyorsunuz. Daha sonra bilinçli, uygar ve görevini yerine getirmiş bir vatandaş olarak gönül rahatlığı ile yatabilirsiniz. Emin olun ilgili merciler bu şikayetinizi değerlendirip hızla önlem alacaklardır.Hiç şüpheniz olmasın.

YALAN DÜNYA

   Hava oldukça soğuk ve yorulduk. Yanı başımızdan mis gibi çorba kokuları geliyor. Kayıtsız kalmıyoruz tabelasında "Çorbam" yazan dükkana giriyoruz. Tam 14 çeşit çorbaları varmış. Sıcak sıcak tuzlamayla kendimize geliyoruz. Eğer yolunuz düşerse uğrayım derim. Çorbam Atatürk Caddesinde, Yeni Cami yakınlarında.
  
   Şimdi ki rotamız Deprem Müzesi. Deprem Müzesi Kavaklar Caddesi üzerinde. Farklı bir mimariye sahip. Dışardan bakınca göçük bir binayı andırıyor.

DEPREM MÜZESİ
   Girişte duran görevliye girişin ücretli olup olmadığını soruyoruz; " Girişler ücretsiz yalnız şurada ki ziyaretçi defterine adınızı yazar mısınız?" Deprem Müzesinin 339414 numaralı ziyaretçisi oluyorum. Yapının içi de dışı gibi ilginç. Eğik kolonlar, eğimli koridorlar... Koridorlarında 1967 ve 1999 yıllarında şehrin geçirdiği depreme ait fotoğraflar sergileniyor. Özellikle çocuklara yönelik depremle ilgili deney metaryellerinin olduğu bir bölüm ve bir de sanal bir deprem platformu mevcut. 1999 depreminde ölenleri anısına hayatını kaybedenlerin isimleri yazılı mum şeklinde kristalden bir eser de müzede sergilenmekte.

    Duvarlarda ki fotoğraflarla göz göze gelmemeye çalışıyorum. İçimize kurşini bir ağırlık çöküyor. Tayfun " Çıkalım artık..." diyor. Çocuklar için kesinlikle eğitici ama depremi yaşamış, göcük altından çıkarılmış birini bu müzede tahayyül edemiyorum.
   
    Adapazarı'nın kültür varlıkları açısından çok zengin olduğu söylenemez. Ola ki gittiniz merkezde görebileceğiniz; Orhan Camii, Orta Camii, Ağa Camii  ilk akla gelenler.

ORHAN CAMİİ

AĞA CAMİİ

   Bir de Tozlu Camii var. 1999 depreminde yıkıldı yerine modern bir camii yapılıyor dediler.Yeni camii secde eden insan formundaymış. İyi kötü bizim de anlımızın secde görmüşlüğü var ama ben pek benzetemedim. Eski Türk filmlerinden gidiyoruz madem, Cüneyt Arkın'ın namaz kılmaları gibi her an selam verebilir, her an secdeye gidebilir...

MODERN TOZLU CAMİİ
    Bir şehri anlamanın pratik yollarından biri çarşı pazarını gezmektir. Esnaf ile muhabbet her zaman verimlidir. Yeni ve değişik ilginç şeyler öğrenmek ve görmek için birebirdir. Adapazarı tarihi Uzun Çarşısı'da geziniyorum. Doğal olarak İstanbul'un bu kadar yakınında, modernliği ! içine sindirmiş bir şehrin çarşısında semerci ustalarına, sıcak demircilere, bakırcılara rastlayacak halimiz yok. Çarşı esnafı daha çok ayakkabıcılar, konfeksiyoncular, kuyumculardan yani düğün nişan minvalli bir küçük Mahmutpaşa. Çarşı içinde askeri malzeme, takım kaşkol ve bereleri satan bir dükkana giriyoruz. Amacımız bir arkadaşımızın rozet kolleksiyonuna Sakaryaspor rozetleri almak. Dükkanın önünde ki motor daha doğrusu üzerinde yazılar ilgi çekici.


 Dükkanın önünde, vitrinin köşesinde yaktığı mangalda ısınmakta olan Turgay abiye yanaşıyoruz. (Gezer olmanın böylesi bir özgüveni var, gündelik hayatta minibüste para üstü alıp verirken bile girilen diyologtan sıkılan benim gibiler gezilerde herkesle yaren sohbetlerine dalabiliyor) Turgay Abi Sakarya 54 TV'ninn muhabiri. "Dün akşam izlediniz mi benim halk röportajları mı ?" diye soruyor. Yok abi biz İstanbul'danız izlemedik diyoruz. "Olsun" diyerek anlatmaya başlıyor. " Benim 25.000 Romen, 25.000 Kürt oyum garanti... Seçilemezsen de uykularını kaçıracağım..Adapazarı halkı beni sever  neden ? çünkü bende yalan yanlış yok..."  Turgay Abinin hedef kitlesi takdire şayan. Bize ülke mesellerini... kendince çözümlerini ...anlatıyor. Ah !Turgay Abim oyumuzu Adapazarında kullansak ayıpsın dükkan senin.

    Karnımız iyiden iyiye acıkıyor. Buralara gelmişken ıslama köfte iyi gider diye düşünüyoruz. Ama nerede ? Siz siz olun kendinizi bu yeme içme konusunda germeyin. Yiyeceğiniz bir ıslama köfte o meşhur usta, bu meşhur usta diye sıkış tepiş lokontalarda dakikalarca servis bekleyip, beklerken de  pilakiyi havalara sokmayın. Gidin şöyle eli yüzü düzgün esnaf lokantasına yiyin yiyeceğinizi. Ama kabak tatlısı ayrı. Daha dükkana adımımı atar atmaz alıcı kuşlar gibi gözümü kabak tatlısı tepsisine dikiyorum. Mis gibi de fırınlanmış. Bakın işte böylesini ancak Adazarında yersiniz. Bir buçuk köfte piyazın üzerine  kabak tatlısı assolist gibi geliyor sofraya.


   Karnımızı doyurduğumuza göre yine sokakları, çarşıları arşınlamanın vaktidir. Çark Caddesi her dönem olduğu gibi yine gençlerin çekim merkezi. Depremde en ağır hasar alan noktalardan biri olan Çark Caddesi yıkılan çok katlı iş merkezlerin yerine birkaç katlı sıra sıra mağazalarla yeni bir çehreye bürünmüş. Ara sokakların da ise birbirinden şık cafeler.. Hatıralarımda olduğu gibi kalmış, değişmemiş her tabelaya, sokağa dostça selam veriyorum. Yoruldukça çay ocaklarında mola verip dinleniyoruz. Mevsim kış hava erkenden kararıyor. İlçeleri gezmeye vakit kalmıyor. Eve boş dönmek olmaz , tam da mevsimi birer şişe Ali Koka bozası alıyoruz. Dönüş zamanı yaklaşıyor 18:55 ekspresinde erkenden yerimizi alıyoruz (Business Class) Tren tıklım tıklım doluyor hatta daha sonra ki istasyonlardan binenler ayakta yolculuk etmek zorunda kalıyor. Şöyle bir yüzlere baktığımda hafta sonunu aileleri yanında geçiren üniversite öğrencileri, akraba ziyaretinden dönenler (Dedikodular başlamış bile).
    İstanbul'da trenden indiğimde günün yorgunluğunu hissediyorum. Yine de yakınca da olsa hareket etmek, yola koyulmak, üç beş sohbet herşeye değer.
    Bendeniz, demiratlı süvari yeni maceralarda görüşene kadar hoşça kalın diyorum :)


21 Aralık 2011 Çarşamba

KÜTAHYA YA DA HER YOL VAZOYA ÇIKAR



KÜTAHYA YA DA HER YOL VAZOYA ÇIKAR
Öncesi:

    Ankara’da misafir olduğumuz evden 06:15 gibi oğlumla çıkıyoruz. Kütahya-Afyonkarahisar-Konya gezimiz için 06:45 Ankara-Eskişehir YHT'ne yetişmeliyiz.  Gar da güvenlik kontrol noktasında bir kalabalık bizi karşılıyor. Çekinerek  kalabalığa yaklaşıyoruz." Sıranıza geçer misiniz lütfen” duvarı bir adım ötemizde. Birkaç kişi kalabalığı yarıp peronda bulunan trene doğru yöneliyor.  Durum gecikmeden anlaşılıyor, bekleyen kalabalık Bedava Konya Baldan Tatlıdır Yolcuları ve 07:00 Ankara-Konya YHT'nin perona girişini beklemekteler. Biz de şu ana kadar yalnızca Ankara’da gördüğüm güvenlik noktasından geçip trende ki yerlerimizi alıyoruz. Artık TCDD’nin tehlikesiz, masum yolcularındanız.  Trenimiz Sincan’dan sonra iyice  hızlanıyor. Yolcuların gözü ekranlarda trenin yaptığı hızı pür dikkat takipte. 230 km, 245 km ve 252 km yarış hızla devam ediyor. Olimpik ruha sahip olmadığımdan bu oyundan çabuk sıkılıp kenara çekiliyorum. Bir görevli yiyecek içecek servisinin başladığını vagon- vagon avazı çıktığınca bildiriyor. Mevcut ses sisteminden yararlanıp anons etmekten daha pratik olsa gerek ! . Bak evladım ders bir : Teknolojiye sahip olmak için paraya, onu kullanmak için akla ihtiyaç vardır. Pencereden tarlaları, köy evlerini, bir alçalıp bir yükselen kuşları, otlayan koyunları,  güneşli tepeleri  izliyoruz. Evet itiraf ediyorum ! Biz şehirliyiz.
      Eskişehir’deyiz  09:00’da kalkacak olan Eskişehir-Kütahya  DMU SET’inin kalkmasına yaklaşık 40’ var . Garın etrafındaki börekçilerin birinde karnımızı doyurup trenimize biniyoruz. Tren iki vagondan oluşan bir set, yolcu koltukları da gayet rahat. Yolculuğumuz oldukça kısa  olacak 1 saat 15’ kadar. Tren Sabuncapınar İstasyonu'na ulaştığında kafanızı şöyle bir kayalıklıklara doğru çevirdiğinizde  Frig vadisininin parçası mağaralar kolaylıkla  görülebilmekte.

  Kaptan ! Vazo göründü.

     Nihayetin de Kütahya İstasyonundayız. İstasyon binasının cephesinde ki çinileri bir kenara bırakırsak şahsiyetli bir yapı olduğunu söyleyemem. İstasyon binasını şöyle bir göz ucu ile süzüp kalabalığın peşine takılıp gardan şehir merkezine doğru yürüyoruz.  Yol boyunca duvarları çini panolu okulları izliyoruz. Bulvara varınca sonunda vazo arz-ı endam ediyor. Kütahyalı dostlar alınmasın ama meşhur ! vazoyu görünce içimden bu mudur? dedim. Belki beklentileri yüksek  tutmamakta fayda var.  Vazo Zafer Meydanında bulunuyor. Kent broşürlerinde 1970 yılında cam mozaikten yapıldığı ve 2007 yılında restore edildiği yazmakta.  Vazo için fıskiyeli, geceleri  ışıklandırılan kentin simgesi diyebiliriz.  Vazonun hemen yakınında bulunan Kütahya Öğretmenevi'ne çantalarımızı bırakıyoruz. Madem tematik bir gezi projem var (Trenle Türkiye turu) konaklamayı da tematik yapıp kaldığım şehirlerin öğretmenevlerini kullanmak  istiyorum. Artık gezi vakti.  Kütahya her ne kadar Ege Bölgesinde yer alsa da, şehirde baskın İç Anadolu havası hakim.  Cumhuriyet ismi
 “ Sevgi  Yolu” olarak değiştirilen araç trafiğine kapalı yoldan yürümeye devam ediyoruz. Aklım caddenin ismine takılıyor. “Sevgi Yolu” TRT’nin program ismi gibi. Hani şu iki kişi karşılıklı oturup da mır mır konuştuklarından.  Oldu olacak jenerik müziği de Kayahan’dan olsun. Yolusevgidengeçenherkeslekesişecigillerden. Sevgi Yolundan ilerleyip Ulu Cami’ye varıyoruz.  Önce hemen caminin yanı başında ki Kütahya Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ediyoruz.
                                         

KÜTAHYA GAR BİNASI
                                                                                 

VAZO...
                                              
                                                       

SAAT KULESİ
                         
                                          “EY TANRI, POĞAÇACI  EUGENIUS’A YARDIM ET”
Kütahya Arkeoloji Müzesi: Müzenin içinde bulunduğu yapı bir medrese. Germiyan Beylerinden Umur-bin Savcı tarafından yaptırılmış (1314). 1965 yılında müze olarak ziyarete açılmış. Müze çok büyük olmasa da Hitit’lerden Osmanlı’ya kadar sürece ait eserleri görmek mümkün. Girişte bulunan Amozon Lahdi (Aizanoi ‘den getirilmiş) dikkat çekici.  Dikkatimi toprak testiler ve üzerilerinde ki yazılar çekiyor.  Basit bir su ya da şarap testisi her ne  maksat  için yapılmışsa bilemiyorum, üzerinde “ Apolinarios bütün herkesin dostu” bir diğerin de “ Ey Tanrı, poğaçacı Eugenios’a yardım et” yazmakta.  Ne kadar insani ve  bir o kadar da sıcak… Müze görevlisi ile sohbet ediyoruz Aizanoi’yi görmemizi şiddetle tavsiye ediyor. “ İngilizce biliyorsanız  broşür var verebilirim” diyor  Bilmem mi? bekçi amca " My name is Mr. Brown" Biliyorum diyorum ve kitapçığı alıyorum.   Kitapçık güzel resimler, şahane gravürlerle dolu.


AMAZON LAHTİ

                                                      
Ateşte Açan Çiçekler: Kütahya üzerine gezi yazısı yazıp da “Ateşte açan çiçekler” cümlesini kullanmayanları belediye görevlileri tespit edip hamam takunyaları ile ağızlarına ağızlarına vuruyormuş.  Üzerimde bir basma kalıptan kurtulmanın dayanılmaz hafifliği.

Kütahya Çini Müzesi :  Ulu Cami’nin yanı başında son Germiyan Beyi II.Yakup’un yaptırdığı külliyenin imaret bölümü, önceleri kütüphane, 1999 tarihinden itibaren çini müzesi olarak kullanılmakta.  Yapının ortasında bir şadırvan bulunmakta . Müze aynı zamanda II.Yakup’un türbesini de barındırmakta.  Türbe bölümüne geçtiğinizde II.Yakup’un sandukasını görebilirsiniz. Evet  kolayca tahmin edileceği gibi sanduka çiniden.  Müze de bizden başka kimseler yok. Müze görevlisi de girişte çayını içmekte. Ülkemiz müzecilik anlayışı maalesef böyle... Müze görevlileri aslında müze bekçileri  vazifesinde. Müzeyi geziyoruz. “ Osmanlı tabak 16.yy”  “ Çini Vazo 17.yy” v.b. Bu kadar...  Bir de unutmadan fırçalar, boyalar, desenler...   İster istemez keşke müze daha büyük  bir mekanda olsa , bu nadide eserlerin sergilenmesi harici  çininin eski ve yeni tekniklerle tüm üretim  süreçleri  sergilenebilse çok daha doyurucu olur diye düşünüyorum.  Müzede  ilk toplu iş sözleşmesi olarak kayıtlara geçen Fincacılar Antlaşmasının (1776) bir örneği sergilemekte. Fincancı usta, kalfa ve çırakların alacağı ücretler, yapması gereken günlük işler, dükkan sayısı , antlaşma hükümlerine uymamanın cezaları  da imza altına alınmış. Işıklar kapanıyor. Öğle arası.
ÇİNİ MÜZESİ ARKA PLANDA II.YAKUP'UN ÇİNİLİ SANDUKASI

                                
Şehirde birçok çini ürünleri satan dükkanlar var. Gözümü kestirdiğim bir dükkana giriyorum. Dükkan sahibi ile sohbet ediyoruz.  İşin ehline denk geliyorum. İznik ve Kütahya çiniciliği üzerine kısa bir ders alıyorum. Son dönemlerde şehirden göçen birkaç aile ile birlikte Nevşehir’de de çiniciliğin başladığını söylüyor.  Söz Evliya Çelebi’ye geliyor bu konuda dertli. “ Evliya Çelebi Kütahyalı'dır. Çocukluğu bu şehirde geçmiştir... Her şeyi sahiplendiği gibi İstanbullu'lar onu da sahiplenmekte.”  Kendisi Evliya Çelebi Evi’nin oluşumunda bulunmuş. Oğlum annesine armağan olarak bir vazo alıyor. Teşekkür edip ayrılıyoruz.  Kossuth Müzesini gitme niyetindeyim ama dedim ya öğle arası . Sonraya diyorum... Sonraya bırakılan tüm işler gibi yalan oluyor.

Öğle yemeği için yer bakıyoruz. Su almak için girdiğimiz büfeciden yardım istiyoruz . “Hükümet Konağının orada dönerciler, hamburgerciler, bir sürü yer var” diyor. Kendisine yol üstünde gördüğüm restore edilerek hamamdan lokantaya çevrilmiş bir mekanı soruyorum. “ Bilmiyorum ki öğle yemeğini hep evde yerim” diye cevap veriyor. Biz de gelsek olmaz mı ?

   Hamam bozması lokantaya giriyoruz. Dışı kötü içi güzel  teşrih edilmiş bir yer.  Menü istiyoruz. Geliyor . Hım “ Kızılcıklı Tarhana Çorbası” garsonumuz müjdeyi veriyor .
- Maalesef beyefendi, günün  çorbası mercimek .
-Kızılcıklı tarhana çorbası oluyor yani …
-Tabii beyefendi.
- Peki etli bükme
-Ah! O da bugün yok. Malum bayram…
-O da oluyor normalde
-Evet evet.
 Yalancıyı dilenciler kovalasın mı?
Radyoda çalan Hande Yener şarkısı hamamı çınlatıyor “Romeo, Romeo…” ve biz ismi oldukça uzun pideli köftelerimizi yiyoruz. 

  Gecikmeden Aizanoi gitmek gerek .  Çavdarhisar minibüslerinin kalktığı yazıhaneyi buluyorum.  Aracın kalkmasına 1 saatten fazla zaman var. Sokakları arşınlamaya devam…  Bayram olduğundan esnafın birçoğu kapalı.  Parke taşlı ara sokaklarda iki katlı cumbalı evler görüyoruz.  Bakımsızlıktan dökülüyorlar ama hala çok güzeller. Gözlerimiz ahşap işlemeli pencerelere, kapılara takılıyor. Kim bilir kaç çocuk bu pencerelerde babalarının akşam iş dönüşünü beklemiştir? . Yorulup bir çay ocağında oturuyoruz. Yanı başımızda çok güzel bir bina. Kütahya Lisesi.  1884 yılında yapılmış dönemin mimarisini harfi harfiye yansıtmakta.


EVVEL ZAMAN
AHİR ZAMAN
KÜTAHYA LİSESİ


                                                       
         Çavdarhisar minibüslerinin kalkış noktasındayız. Şoföre antik şehre gitmek istediğimizi Çavdarhisar’dan uzak olup olmadığını soruyorum. Şoför “ Uzak değil  500 mt falan mesafe vardır. Hem ben sizi yakınına bırakırım. “ diyor.  Minibüs hareket ediyor, şehir merkezinden çıkıyoruz. Şoför kasetçaların sesine dokunuyor, ilahiler eşliğinde 60 km. bir yol bizi beklemekte. Çavdarhisar'da diğer yolcular minibüsten iniyor. Şöför söz verdiği gibi bizi köprü başına kadar götürüyor. Anadolu ulaşım adeti olarak ücretimizi inerken ödüyoruz.
Aizanoi antik kentinde sizi ilk karşılayan Kocaçay üzerinindeki bu köprü oluyor. Köprünün altında ördekler yüzmekte. Çayın iki tarafında ki ağaçlar suya meyilli eğilmiş. İyi ki gelmişim..İçimi bir ferahlık duygusu kaplıyor. Öncesi okuduğum metinlere göre halen kullanılan iki köprüden, toplamda beş köprüden birindeyiz.




Köprüyü geçip kısa bir yürüyüşten sonra  Zeus tapınağı tüm ihtişamı ile beliriyor. Karşımızda Türkiye'nin ayakta duran tek Zeus Tapınağı durmakta. Antalya'da, İzmir'de, Aydın'da değilde Kütahya'da... İnsanın gözleri gördüğü manzara sonrası etrafta tur otobüsleri, sandaletli, kısa şortlu turistler göremeyince inanın idrakte zorlanıyor.Tapınak "Baba" tanrı Zeus'a ve Anadolu tanrıçası Kybele'ye adanmış. Yapım yılı olarak MS.200 olarak tahmin edilmekte.


ZEUS TAPINAĞI

ANA TANRIÇA KYBELE

Aizanoi'de görüp göreceğiniz Zeus Tapınağı değil elbette. Köprüleri, hamamları, stadyumu, tiyatrosu, borsası ile bir kaynağa göre 80.000 kişinin yaşadığı bir kentten bahsediyoruz. Borsa ayrıca dikkate değer çünkü tarihte ki ilk borsa olarak kabul edilmekte. Bu borsa da satılan malların rayiçleri enflasyona önlem olarak imparator emriyle belirlenmiş. Henüz Adam Smith'in ve serbest piyasa ekonomisinin Anadolu topraklarına uğramadığı zamanlar.


BORSA BİNASI

Aizanoi antik şehrinde diğer etkileyici diğer bir eser stadyum ve tiyatro kalıntıları. Bu iki  yapı birbirinin devamı gibi. Bir büyük kompleks. Kaynaklarda tiyatro sahnesinin zengin mermer bezemelere sahip olduğu yazılmakta. Üst üste geçirilen depremler sonrası sahne tamamıyla yıkılmış.
Anadolu'nun çorağında bundan 1.700 yıl önce yapılmış bir tiyatrorun basamaklarında oturuyorum. Takvimler 2011 yılını gösterirken bırakın tiyatroyu sinema salonu dahi olmayan onca şehrimiz var.



STADYUM


TİYATRO
              
Aizanoi antik şehrine veda edip Kütahya'ya dönüyoruz. Yorgunuz ve oldukça açız. Candan Kebap Kazım Ustada nefis Cennet Kebap ve üzerine tatlı ile karnımızı doyuruyoruz. Öğretmenevinde bizi bir sürpriz karşılıyor." Düğün"Gece boyunca Ankara misketle uyanıyorum. Oğlumun öyle bir derdi yok. Kendisi top atsan duymaz kabilesinin önü açık genç üyelerinden. Ertesi sabah erkenden kalkıp garın yolunu tutuyoruz. Bizi Afyon'a götürecek İç Anadolu Mavi Treni tam zamanında ! geliyor. Demirden atımızla yeni maceralara doğru yol alıyoruz. BREH BREH BREH.