12 Eylül 2013 Perşembe

SALİHLİ-SARDES : " KARUN KADAR ZENGİN"





Yolum bu kez zenginliğin diğer adı Karun'un (Kroisos) toprakları, Lidya'nın başkenti Sardes'e ,günümüz Salihli'sine. Salihli ; Bozdağ'ın kuzey eteklerinde, Gediz Nehri kenarında Manisa ilinin bir ilçesidir. Salihli'ye benim gibi illa tren ile gidecekseniz. İzmir-Manisa-Alaşehir-Uşak-Afyon ve Konya'ya kadar uzanan hat üzerinde çalışan trenlerden birine binmeniz yeterlidir. Manisa'dan bindiğim tren yaklaşık bir saat sonra Salihli'de. Yol boyu tren istasyon isimleri ilgi çekici; Çobanisa, Turgutlu, Ahmetli, Salihli. Sanki bir babanın oğullarına isim koyması gibi. (Hat üzeri diğer istasyonlardan ; Köseali, Ahmetler, Yıldırımkemal)
SALİHLİ TREN GARI











13 Mayıs 1875 yılında hizmete açılan Salihli Tren Garı İzmir-Kasaba ve uzantısı hatları işletmesini yapan Fransızlar tarafından yapılmıştır. Günümüze gelene kadar birkaç kez onarımdan geçmiştir. Akşam geldiğim Salihli'de ilçeyi biraz turlayıp yemek sonrası otele çekiliyorum. Yarın sabah uzun bir gün beni bekliyor.


Salihli; 100.000 kişiyi aşan nüfusu (Akhisar'dan sonra Manisa'nın ikinci büyük ilçesi), bereketli topraklarının tarih boyunca üzerindeki insanlara hep cömert davrandığı her açıdan zengin bir ilçe. Salihli'de gözüme ilk çarpan meydan düzenlemelerini, parkları  oldu. Bu konuda Anadolu'nun birçok şehrinden önde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sabah kahvaltısını otel de değilde ilçede çorba içerek yaptım. Sabah sabah minik naylon paketlerde peynir, reçelle boğuşmaktansa mis gibi çorba güne başlangıcı tavsiye ederim. Hem esnafla sohbet, internette bulamayacağınız kimi bilgilere ulaşmanızı sağlar. "Bak oraya gideceksen şu saatte git... Şuraya da uğramayı unutma... " gibi. İlçe merkezinde fazlaca oyalanmadan Sardes Antik Kenti'ni görmek için Sart'a geçiyorum. Antik kent İzmir-Uşak yolunun sağında ve solunda yer aldığından ulaşım oldukça kolay. İlçeden bineceğiniz dolmuşlar, kendi aracınız ya da benim gibi tren ile kolayca ulaşabilirsiniz.


Antik kenti gezmeden Lidya Krallığı ile ilgili kısa bir ön bilgi yerinde olur. Lidyalıların Anadolu'da varlığı M.Ö.2000 yıllara dayanmaktadır. Fakat bağımsız bir devlet kuruluşları Frig Devletinin yıkılışı sonrası M.Ö.680 yıllarına denk gelmektedir. En parlak dönemini ve aynı zamanda yıkılışını Kral Kroisos (namı diğer Karun) döneminde (M.Ö 575-546) yaşamıştır. Ticarette ve savaşçılık da maharetli Lidya halkı kısa zamanda İç Anadolu'ya kadar hakimiyet kurmuşlardır. M.Ö.546 yılında Anadolu'yu kasıp kavuran Pers yıkımıyla kralık tarihe karışmıştır. Lidyalıları uygarlık tarihinde çokça anılması Paktolos Çay'ından çıkardıkları beyaz altından (Altın-Gümüş karşımı elektron madeni) ilk sikkeyi basmış olmalarıdır. Bu sikkeler üzerine krallığın simgesi aslanbaşını kullanmışlar böylece parayı devlet güvencesi altına almışlardır. Bu da Dünya tarihinde ticarette yeni bir sayfanın açılması anlamına gelmiştir. Kral Kroisos döneminde altın ve gümüş sikkeler ayrı ayrı basılmıştır. Aynı zamanda Kral Kraisos antik dönemin yedi harikasından biri Artemis Tapınağı'nın yapımına katkıda bulunmuştur.


Sardes Antik kentinde kazılar 1910 yılından beri Amerika'lılar tarafından yürütülmekte. Bölge birinci derece deprem kuşağında, yıkıcı depremlerin etkisi ile günümüze kadar gelen eserler Roma ve Bizans dönemine aittir. En çok dikkat çeken ise Gymnasium, Sinagog ve Artemis Tapınağıdır.
Sardes'in Roma döneminden günümüze ulaşan Gymnasium Anadolu'da döneminin benzer yapıların en büyüğüdür. M.S.II ve M.S.IV yüzyıl arasında ilavelerle tamamlanmıştır. 23.000 m2 alan üzerine inşaa edilmiş yapı üç bölümden oluşmuş; içinde termal havuzun, masaj odalarının olduğu hamam ilk bölüm. Hamamdan törenlerin yapıldığı etrafı localarla çevrili bir mermer bir avlu içerisinde ki ikinci bölüme geçiliyor. İki katlı bu alan yapının eğlence ve dinlence bölümü. Üçüncü bölüm ise yapının kuzey ve güney duvarlarına bitişik birbirine simetrik iki holden oluşan antrenman alanları.

SARDES GYMNASİUM






TERMAL HAVUZ
Gymnasium sağ tarafında başka bir önemli yapı göreceksiniz ; Sinagog  (tarihteki adıyla Seferad Sinagogu) Babil'den göç eden ve bu bölgeye yerleşen cemaat tarafından, M.Ö. 280 yıllarında gymnasiumun salonlarından birinin sinagoga dönüştürülmesi ve zamanla tadilat, ekleme, depremler sonrası yeniden inşalar ile günümüze ulaşan en son halini almıştır. Anadolu'da bilinen en eski ve hatta Dünyada Yahudi cemaatinin üçüncü en eski havrası olduğu güçlü kanaatler mevcuttur. 617 yılında Safevilerin bölgeyi ele geçirmesinden sonra halk, Avrupa ve özellikle de İspanya'ya göç etmiştir. Hani ne zaman İsrail Devleti ile aramız limoni olsa ya da azınlıklar konusu gündeme gelse akla ve dile gelen "1492 yılında İspanya'dan engizisyon tarafından sürülen II.Beyazid tarafından kabul ve himaye edilen Yahudi cemaati " aslında eski yurtlarına dönmüşlerdir demekle hata etmiş olmayız.Sinagogun yer mozaikleri ve mermer kaplamaları insanın gözünü kamaştırıyor.
SEFERAD SİNAGOGU






Yapı grubunun karayoluna cepheli bölümünde Roma Caddesi (Antik dönemde her nerede olursanız olun tüm yollar başkente çıkar) üzerinde Bizans dönemi dükkan kalıntıları yer almakta .


GEZİ BOYUNCA YANIMDAN BİR AN AYRILMADI OLUR DA DENK GELİRSENİZ ÇEKİNMEYİN OLDUKÇA UYSALDIR
Gymnasium'dan çıkıp karayolunun hemen karşısına bakarsanız "Artemis Tapınağı" yol levhasını göreceksiniz.
Tapınakla, karayolu arası yaklaşık üç bilemedin dört kilometre kadar var. Artemis Tapınağı'nın ilk yapılışı Kral Kroisos dönemindedir. M.Ö.330 yılında asıl tapınak inşa edilmiş. Lidya döneminde Zeus ve Artemis'e adanan tapınak, Roma döneminde Artemis ve Antoninus Plus'a adanmıştır. (Roma'nın imparatora tapınma dönemi olsa gerek) Çeşitli kez depremlerle yııkılan tekrar yapılan tapınak, Romalıların pagan inancını bırakıp Hıristiyanlığa geçişiyle önemini yitirmiştir.Tapınağa M.S.V. yüzyılda küçük bir kilise eklenmiştir. Bizans dönemi yapılan bu  kilisenin, Anadolu'daki öncü kiliselerden biri olduğu söylenmektedir. Amerikalı arkeologlar 1910'da başlattıkları kazılarla tapınağı ve kiliseyi ortaya çıkarmışlardır. Kazı çalışmalarında kullandıkları vinç kazı alanında sergilenmektedir. Bölgedeki  kazı çalışmaları halen devam etmektedir.
ARTEMİS TAPINAĞI



KİLİSE

Artemis Tapınağını gezmeden önce çantamı girişteki güvenliğe bırakmıştım. Almaya gittiğimde sağ olsunlar çay ikram ettiler. Sohbetleri de, çayları da güzeldi. Salihli çevresinde diğer önemli Lidya kalıntıları, Bintepe Tümülüsleri'dir.  Anadolu'nun piramitleri diyebileceğimiz Lidya Krallarına ait anıt mezarlar, Gediz Nehri ile Marmara Gölü arasında kalan kısımdadır. En büyüğü II.Alyattes'e ait 355 m çapında, 69 m  yüksekliğindedir. Büyüklü küçüklü 90 kadar anıt mezar tespit edilmiştir. Maalesef Bu mezarlar defineciler tarafından yağmalanıp, çok cüzi bedeller karşılığı satılmıştır. Bu kadar tarihle iç içe olan, bir uygarlığa başkentlik etmiş Salihli'de bir müze yok. İlçe açısından çok büyük eksiklik. "Karun Hazinesi" olarak adlandırılan eserler Uşak Müze'sinde sergilenmektedir. (Hikayesi uzun Kanatlı Denizatı broşu gibi)
Sart'tan tarihe doymuş, yorgun ve mide boş olarak Salihli'ye döndüm. Artık bir Salihli'nin  meşhur odun köftesini hak ettim. Köfte öncesi bir kelle paça iyi gider. Odun köftesi ; şişe geçirilen kuzu etinden köfteler, meşe odunu ateşinde pişirilip şişi ile servis ediliyor. Köfteye düşkün biri olarak, listemin üst sıralarında kendine yer buldu diyebilirim. Yanına közlenmiş yöre biberlerini ve yoğurdu istemeyi unutmayın. Salihli'de tadına muhakkak bakın diyeceğim diğer tat; Bozdağ Gazozu. Ege'nin büyükçe ilçelerinin hemen hemen hepsinin kendine has gazozları vardır. Tatları iyidir, kötüdür, alıştığınız gazozların yakınında ya da uzağındadır... Tüm bunlar bir yana, isteseniz de her zaman ulaşamayacağınız lezzetlere sırtınızı dönmeyin.
Bir de ünü tüm Türkiye'ye yayılmış "Salihli Kirazı" vardır. Tatmak için mevsiminde burada olmak gerek.


Salihli'den karnım tok, beklentilerimin üzerinde güzel anılarla ayrıldım. Ah bir de kaplıcalara gidebilseydim ! Neyse, bir daha ki  ziyaret için şimdiden bahanemiz; kaplıcalar, şelale ve mevsiminde kiraz olsun. Şanslıyız ki; gezilecek çok yöre, binilecek çok tren var memlekette. Hikayeye kaldığı yerden devam eder...


23 Kasım 2012 Cuma

AFYON'NUN KARAHİSARI

ÖNSÖZ : 2011 yılında Kütahya-Afyonkarahisar-Konya gezimden, Kütahya izlenimlerimi paylaşmıştım. Konya'yı çok dar zaman zarfında gezebildim. Bir kez daha  Konya'yı ziyaret edip, izlenimlerimi öylece paylaşmayı umuyorum. Kütahya'dan devamla Afyonkarahisar...
31.08.2011

      Kütahya'dan 06:40 hareket eden İç Anadolu Mavi Treni ile ayrılıyoruz. 08:30 gibi Afyon'da olacağız.  (Geziyi yaptığım tarihte Haydarpaşa-Adana arası çalışan İç Anadolu Mavi Tren'i şu an Arifiye-Adana arasında işlemektedir. Tren hergün 20:30  Arifiye hareketle 00:50 Kütahya, 02:52 Afyon, 07:05 Konya ve nihayetinde 13:42 Adana'ya varış yapmaktadır. Yine bu bölgeyi ziyaret edecekler Eskişehir-Adana hattında çalışan Toros Ekspresini, Eskişehir-Afyon Ekspresini kullanabilirler ) Gece boyu yol alan trenin yolcularının bir çoğu hala uyumakta. Askılar nevale poşetleri  ile dolu. Yolcuların birçoğu trenin ekonomik olmasından tercih etmiş çocuklu aileler. Tren genişçe bir ovada ilerlemekte. Bir taraftan daha önce Afyonkarahisar ile  ilgili almış olduğum notları, gitmek istediğim yerlere ilişkin bilgileri okuyorum. Ara ara manzaraya dalıp gidiyorum. Döğer, İhsaniye... Sabuncahisar'dan başlayan Frig Vadisi buralara kadar uzamakta. Trenimiz gecikme yaşamadan Afyon'da oluyor. Şanslıyız.

 
AFYON ALİ ÇETİNKAYA GARI
 
 
Afyon Garı; Cumhuriyetin ilk ulaştırma bakanı, Afyon'lu Ali Çetinkaya'nın adını taşır. (Ali Çetinkaya ismi son dönemde oldukça tartışılmakta. O'nun hukukçu olmadan iki dönem yürüttüğü İstiklal Mahkemeleri Reisliği sırasında yaptığı icraatlar tartışma konusudur.) Gar'ın açılışı 1939 yılıdır. 1895 yılında Bağdat Demiryolu'nun yapısı olarak inşaa edilen garın yerine yapılmıştır. Gar binasının inşaasında  Ankara Gar'nın 1/2 ölçekli planı uygulanmıştır. Gar içerisinde M.Kemal Atatürk'ün 1923 ve 1937 yıllarında yapmış olduğu Afyon gezilerini içerenen iki büyük ölçekli fotoğraf sergilenmekte.  Bir de İzmir-Uşak-Afyon hattın son istasyonu 1890 yılında yapılmış ve günümüzde kapalı olana Afyon Şehir İstasyonu şehrin diğer demiryolu yapısıdır. Bu iki istasyon arasında 1.800 mt mesafe vardır. Ne yazık ki ben diğer istasyonun varlığını çok geç öğrendiğimden (Konya'ya geçerken sabah 04:35 gibi) ziyaret imkanım olmadı. Demek ki neymiş "Gezi planları yaparken, dersimizi sıkı çalışmalıyız".  Şehir merkezine yakın olan ve Ali Çetinkaya Gar'ından bineceğiniz, dolmuş veya taksilerle kısa sürede şehrin merkezine kolaylıkla varabiliyorsunuz. Şehir merkezine vardığımızda ilk iş olarak öğretmenevinin yolunu tutuyoruz. Afyon Öğretmenevi, sıcaklığı, temizliği ve personelinin güleryüzlülüğü ile benden tam puan aldı. Şehir merkezinin dışında yer alan bol yıldızlı termal otellerde kalmaya gerek yok, şöyle temiz ve ekonomik olsun diyorsanız Afyon Öğretmenevini not edin. (  http://www.afyonogretmenevi.com/ )
AFYON ÖĞRETMENEVİ
  Öğretmenevinde çantalarımızı bırakıp şehri tanımaya başlıyoruz. İlk durağımız Kurtuluş Caddesi üzerinde bulunan Arkeoloji Müzesi oluyor. Müzede Anadolu medeniyetlerine ait birçok eser sergilenmekte. Müze görevlileriyle çay eşliğinde yaptığım sohbette;  Daha önce müzenin imaretin orada olduğu, yetersiz geldiğinden buraya taşındığını ama buranında yetmediğini, yeni modern bir müzenin yapılmakta olduğunun bilgisini verdi. Müze depolarında, sergilenen eserlerden çok daha fazlası  olduğunu öğrendim. Şehir halkının müzeye olan ilgisinden de oldukça memnundular.
 
AFYONKARAHİSAR ARKEOLOJİ MÜZESİ


İMARET CAMİİ
   Müzeden ayrılıp şehrin, çarşısına, meydanına doğru ilerliyoruz. Önümüze bir ilköğretim okulu çıkıyor bahçesinde çocuklar su içsin diye yapılan sırt sırta iki çeşme dikkatimi çekti. Birinin üzerinde "Dürüstlük Çeşmesi" diğerin de ise "İyilik Çeşmesi" yazmaktaydı. Çocukların zihninde güzel ve doğru hisleri canlı tutmada doğru bir adım. Yolumuza devam edince bir güzel camiiye varıyoruz.
İmaret Camii ya da diğer adıyla Gedik Ahmet Paşa Külliyesi. Fatih Sultan Mehmet'in sadrazamı Gedik Ahmet Paşa tarafından 1472 yılında Mimar Ayaz Ağa'ya yaptırılmıştır. İki ana kubbeli oluşu ilk göze çarpan mimari detay olmakta.  Diğer bir dış detay ise , yivli tek minaresi. Camiinin içi de zengin süslemelerle göz alıcı. Camii ve diğer yapılara (medrese, tabhane) gelir getirmesi için yapılan hamam, camiinin hemen yanında ve faal.  İmaret Camii, Afyon'un önemli kültür miraslarındandır.


İMARET HAMAMI
 

 




İmaret Camii ziyeretinden sonra her şehirde yaptığım çarşı pazar gezmelerini sıra geliyor. Afyon'un turistik tadları, sucuk, lokum ve bir de kaymak. Vitrinlerinde kangal kangal sucukların, çeşit çeşit lokum, şekerleme ve helvaların sergilendiği satıldığı dükkanlar sıra sıra. Kimi dükkanlar diğerlerine göre daha kalabalık. Müşteri kuyruğu sokağa taşmış. Çarşıdan uzaklaşıp kaleye doğru yürüdüğünüzde koruma altında bulunan tarihi evlerden oluşan bir mahalleye varıyorsunuz. Bu şehrin ilk yerleşim alanı olan Yukarıpazar Mahallesi. Restorasyon görmüş evlerle birlikte olduğu gibi kalmış evler de söz konusu.


 
Çarşı içinde görebileceğiniz diğer bir eser, Yeni Camii. Camii 1711 yılında Hacı Abdi Çavuş tarafından yaptırılmış. Tek kubbeli yapı1838 yılında yapılan onarımdan sonra Yeni Camii adıyla anılmaya başlanmış.
YENİ CAMİİ VE KALE
 

  Afyonkarahisar'ın şüphesiz en önemli gezi noktalarından biri de Sultan Divani Mevlevihane Müzesi ve Türbe Camii . Afyon mevlevihanesi Anadolu'un ilk mevlevihanelerinden biridir. Kuruluşu 13.yüzyıla dayanmaktadır. 16.yüzyılda Hz.Mevlana'nın yedinci kuşak torunu Sultan Divani zamanında mevlevilik açısından önemli bir merkez haline gelmiştir. Ahşap olan mevlivihane 1902 yılında tamamen yanmış ve 1908 yılında II.Abdulhamid döneminde tekrar inşaa edilmiştir. 2008 yılından beri de yapılan restarasyondan sonra müze olarak hizmet vermektedir. Mevlevihanelerin geleneği olan "40 hatimli şifalı aşure" günümüzde de sürdürülmektedir. Mevleviliğe dair canlandırmaları bu müzede görebilirsiniz. Aynı canlandırmalar Konya Mevlana Müzesi'inde de mevcuttur ama bir farkla, orada büyük bir kalabalıkla boğuşursunuz, buradaki gibi rahat gezip inceleyemezsiniz. Yanında bulunan Türbe Camii'nin bahçesinde mevlevi şeyhlerinin türbesi bulunmakta. Dikkate değer bir mezar ise, Namık Kemal'in annesinin mezarı. Zehra Hanım mevlivi olması kuvvetle ihtimal. Mevlevihanenin hemen karşısında AFKÜDER tarafından düzenlenmiş Mevlevi Konağında Afyon'da yaşama dair etnoğrafik kimi eşya, eser ve fotoğraflar bir araya getirilmiş. Hazır gelmişken burayı da ziyaret edebilirsiniz.
 

 
 
 
 Kaleye doğru yürüyoruz. Kaleye çıkmadan niyetimiz öncesi Ulu Camii'yi ziyaret etmek.
 Ulu Camii : Afyon Sancak Beyi Nasredüddin Hasan ( Selçuklu'nun kuvvetli veziri Sahip Ata Fahreddin Ali'nin oğlu) tarafından 1273 yılında yaptırılmıştır. Ahşaptan kırk sütun üzerinde yükselen camii bu özelliği ile Anadolu'nun nadir Selçuklu ahşap camiilerindendir. Ahşap sütunlarla ilgili diğer bir not ise, sütun başlarının farklı farlı olmasıdır. Camii  dışarıdan ,dikdörtgen plan üzerine, düz bir çatı ile örtülmüş, oldukça sade bir yapı. Dış yapısının aksine caminin içi ahşap işçiliği ile çok göz alıcı ve etkileyici. Ulu Camii'nin hemen sağıda Kaleye çıkışı gösteren yön tabelasını görmektesiniz. Tabela istikametinde ilerlemeye başlıyoruz.
 Karahisar Kalesi : Kaleyle ilgili son sözü ilk söylemek istiyorum; Kalenin üzerinde bir bayrak direği dışında herhangi bir yapı yok,.Size sunabileceği yalnızca  panoramik şehir manzarası. "Peki nedir cazibesi ?" diye soracak olursanız. Kaleye tırmanmak için göstereceğiz azim ve efor...
 Bir nevi "simurg" efsanesi. Uzun hikayedir ama kısaca; hani zorda olan kuşlar, hükümdarları simurgdan yardım dilemek için Kaf Dağı'na uçmaya başlamışlar. Yolda ki güçlüklerden, engellerden birçoğu geri dönmüş. Kaf Dağı'nı aşabilen otuz kadar kuş bakmışlar ki simurg kendileri . Simurg otuz kuş demek. Bütün mesele yol ve onun zorluklarına göğüs germede. 625 basamaklı, 226 mt boyundaki kaleye tırmanmanın başka izahı yok sanırım. İnsanoğlunun bu volkanik bir kaya kütlesine olan  ilgisinin tarihi Hititlilere kadar dayanmakta. Hitit İmparatoru II.Mürşil zamanında savunma amacıyla kullanılmış. Daha sonra Frig, Bizans ve Selçuklu dönemlerinde üzerine yapılan surlar,burçlarla daha korunaklı hale getirilerek askeri amaçla kullanılmıştır.
 
   
KENDİNE GÜVENENLER TAKİP ETSİN

 Kale dönüşü bir hamam iyi gider diye düşündük.  Sonuçta termal turizmin önemli bir noktası Afyon'dayız madem...Bilenlere "Şehirden fazlaca uzaklaşmadan nereye gidebiliriz" diye sorduk; "Ömer Kaplıcasına gidebilirsiniz" cevabını aldık. . Şehirden yaklaşık 15 km. uzaklıktaki kaplıcanın hamamında iyice bir yıkanıp, paklanıp kendimize geldik. Afyon'a gidip de kaplıcalara uğramamazlık etmeyin. Vücudunuza bu cömertliği gösterin. Madem kendinizi ödüllendiriyorsunuz, kaymaklı vişneli ekmek kadayıfını, lokumu ve artık bir şekilde sucuk yemeği ihmal etmeyin.
  Afyonkarahisar'dan bahsederken kentin Kurtuluş Savaşın'daki yerine anmadan olmaz. 26 Ağustos 1922 sabahı Afyon Kocatepe'de başlayıp  9 Eylül 1922 günü İzmir'de sona eren Büyük Taarruz'da Afyon çetin savaşlara sahne olmuştur. Şehrin çeşitli yerlerinde bulunan anıtlar, şehitlikler ve müzeyle hafızalarda canlı kalması sağlanmış.

 
  Şansımıza öğretmenevi bir düğüne misafirlik etmekteydi. O kadar yorgunuz ki hiç birşey bizi uykudan alıkoyamaz. Sabahın çok erken saatlerin de ise Konya'ya doğru yol alarak şehirden ayrıldık.
  Gezginlerin pek rotalarına dahil etmediği İç Anadolu-Ege şehri Afyon'u Akdeniz şehirlerine giderken bir mola noktası, yalnıza dinlenme tesisleri sınırlarıyla değil de kalesiyle, mevlevihanesiyle, Ulu Camiisi ile gezmenizi öneririm. 

1 Mayıs 2012 Salı

EDİRNE'DE TARİHE TANIKLIK ETMEK

17.03.2012

    Bu kez yolculuk Edirne'ye. Bir payitaht şehrinden diğer payitaht şehrine... Bursa sonrası İstanbul öncesi. Edirne şehri denilince zihnimde ilk belirenler ; nehirler, köprüler, Selimiye Camii, çarşılar, rengarek kokulu sabunlar, serhad, 93 Harbi ağır yenilgisi sonrası göç katarları, sonsuz ayçiçeği tarları, yağlı güreşler, çocukluğumuzun düşmanları Yunanlı'ların bir sabah tanklarıyla geçeceği sınır ? (Korkulardan, düşmanlardan ibaret tarih yazanların ve öğretenlerin utanması adına) Edirne'ye daha öncesi de gitmişliğim var ama her seyahatin kendine ait ayrı bir hikayesi oluyor. Gittiğiniz mevsimin farklılığı, ziyaretinizin bu kez özel bir güne denk gelmesi (festival v.b.), hiç dikkatinizi çekmeyen bir ayrıntının bu kez sizi hayretler içinde bırakması ve dahi farklı yüzler, ahbaplıklar... Sizin için şehrin hikayesini yeni baştan yazılır.

    Edirne'ye gitmek üzere sabahın erken saatlerinde (07:30) Sirkeci Garı'ndayım (İstanbul Gar). Bineceğim tren dört vagondan oluşmakta. Alpullu sonrası ilk iki vagon Kapıkule, diğer iki vagon ise Uzunköprü'ye devam ediyor. Bölgesel tren olduğundan numarasız, pulman koltuklarda yolculuk edeceğiz. Bu treni kullanacaklara ilk önerim; trende yemekli vagon bulunmadığından tedarikli olun.
Yoksa ilk seyyarlara artık nerede denk gelirseniz...


Sirkeci Garı II.Abdülhamit döneminde (Osmanlı demiryolları inşaa çalışmalarının büyük bölümünde onun iradesini görürüz) 3 Kasım 1890 yılında hizmete girmiştir. Proje Alman mimar August Jachmund imzasını taşır.

   Keskin düdükler ile birlikte hareket ediyoruz. Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı, K.Mustafapaşa, Yedikule... Tren Zeytinburnu'na kadar metruk fabrika binaları, yorgun, bakımsız evlerden oluşan yoksul bir coğrafyada ilerliyor. Sonrası iklim değişmekte, Bakırköy, Ataköy, Yeşilköy...  Halkalı ve dahi sonrası adının önü ve arkasında ... kent, ... İstanbul yazan binlerce evden oluşan siteler, uydu kentler... Çatalca'dan öte ise daha bir tabiaatla iç içeyiz. Baharın muştucusu leylekler yol boyu küme küme. Yolculuğumuzun üçüncü saatinde tren Çorlu'ya varabiliyor. Ah ! o kahve termosunu " yük olur" demeyip alacaktım. Tren yol çalışmalarından ötürü ağır aksak giderken ben arada tren yolcuğu üzerine sizlere ufak bir not düşeyim.. Yapmış olduğum gezilerde treni tercih ettiğimi söylediğimde çokça şöylesi tepkiler alırım." Onca yol, onca saat trenle çekilmez. Hem üç buçuk saatte otobüsle gitmek varken, neden beş buçuk saatte trenle gideyim ? "  Sanırsın o fazladan iki saatte insanlığa çığır açacak yeni bir icat yapacak. Fast food yaşam insanların iliklerine işlemiş, çok fazla seçeneği varmış gibi davranıyor ama insanlar aynı kısır kalıpların, tercihlerin arasında sıkışıp kalıyor. Biz asli mevzumuza geri dönecek olursak; yol boyu istasyon binalarının birçoğu harap ve kapalı. (Durak vazifesi görüyorlar) Çerkezköy, Çorlu, Lüleburgaz, Alpullu gibi büyük istasyonlar işler ve hareketli durumda. Alpulu'da Uzunköprü yolcuları ile yollarımız ayrılıyor. Edirne yolcuları iki vagon olarak Kapıkule'ye doğru devam ediyoruz.


 Trenin tıkırtılarından, hafif sarsılışlarından sebep içim geçmiş uyuyakalmışım. Uyandığımda "Edirne Gar" tabelasını görüyorum. Tren hareket halinde " Ah be kondüktör ben sana ne diyeyim !" Kadere boyun eğip devam ediyorum. Ama o da ne ? Selimiye Camii hemen göz hizamda. Tren duruyor. "Edirne-Şehir" tabelası... Acele ile iniyorum. Her işte bir hayır varmış. (Edirne Gar binası, şehir merkezin oldukça dışında)  Artık Edirne'deyim.


   Öğle vakti vardığım Edirne'de ilk işim yemek telaşı oluyor. Edirne'de ne yenir ? Tabii ki ciğer. Edirne'li ustalar ; ciğeri yaprak şeklinde kesip, çok kızgın tavalarda pişiriyorlar. Doğal olarak ciğer fazla yağ çekmemiş ve gevrek olarak servis ediliyor.  Bir de üzerinde yemesini gözünüz kesiyorsa acı biberi. Lezzetin üzerine yeni bir söz söylecek değilim. Benim damak tadıma güvenecek olursanız, "mükemmel".  Kimi tatlar, yerinde, yöresinde, ustalarının elinde daha bir güzel... Sofraya istediğim manda yoğurdu muhteşemlikte ciğerden geri kalmıyor.  Bir büyücek peynir kalıbı şeklinde servis edilen Edirne manda yoğurdunu siz siz olun es geçmeyin. Vakit seyyah için keşif vaktidir. Gidilecek çok mekan, yürünecek çok sokak var. Doğal olarak ilk adres Edirne'nin kalbine ! Selimiye'ye...

     Selimiye Camii herkesin malumu Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" diye nitelendirdiği bir baş yapıt. Dönemin padişahı II.Selim  Edirne'ye bir büyük cami yapılması için Mimar Sinan'a buyurur. Sultan kendi adına inşasına başlanılan caminin bitişini görmeden vefat eder. Bugün orta düzey eğitimli biri Selimiye Cami'nin Mimar Sinan'ın eseri olduğunu bilir. Ama hangi padişah döneminde yapıldığı konusunda net bilgi veremez. (Selim'de hangi Selim ?) Rönesans dönemi İtalya'sının herhangi bir kralının, soylusunun adını bilenimiz çok azdır ama Leonardo da Vinci, Michelengelo , Rafael gibi isimleri bilmeyenimiz yoktur. ( Bu sözlerim günümüzün pek kibirli politikacılarına ve onların toplum mühendislerinedir) Selimiye Camii, çok uzaklardan dahi  görülebilen, üç şerefeli dört minaresi sizi kendisine çekiyor. Camiye girmek için Selimiye Arastası'nın içinden geçiyorum.
(Arasta: Çarşılarda, aynı iş kolu üzerine dükkanların olduğu her kısım...)
    Selimiye Arastası, şehrin diğer bir çok  tarihi çarşı, bedesten ve arastasından biri olmasıyla birlikte  Selimiye Camii'nin hemen yanı başında olmasından dolayı çok daha hareketli. Arasta , II. Murat döneminde camiye gelir getirmesi için Mimar Hacı Davut'a yaptırılır. Kuruluşunda kavaflar (dönemin ayakkabıcıları diyebiliriz) tarafından kullanılan arastayı günümüz de Edirne'ye gelip de eşe dosta eli boş gitmemek için satılan Edirne'ye özgü hatıra eşyaları, badem ezmesi, Deva-i Misk gibi yine Edirne'ye has tatları  satan esnaflar oluşturmakta. Arastanın içindeki merdivenlerden Selimiye Cami'ni geçiş bulunmakta.
SELİMİYE ARASTASI
 
    Selimiye Camii 1568-1575 yılları arasında inşa edilmiştir. Külliye 22.202 m² gibi mimarlık tarihine geçmiş büyük bir alana kurulu. Caminin tamamı 2.475 m² , içi mekanı ise 1.575 m² alanı kapsamaktadır. Tüm bu rakamları veriş amacım caminin ve külliyesinin büyüklüğü  hakkında kafanızda bir fikir oluşabilmesi. Camiye ilk adımınızı attığınızda sizi ilk  insan aklına durgunluk veren kubbesi çarpıyor. Bu kubbe ki 43,25 metre yüksekliğinde ve 31,25 metre yarı çapında ve 200 ton ağırlığındadır. Kubbe sanırsınız payeler ve sütunlar üzerinde değilde boşlukta öylece asılı durmakta. Adeta bir sonsuz gökyüzü altındasınız. Burada alnı secdeye varan her inanan kendi (insani) varlığının bu alemde zerre olduğunun, yaradanın, kudret ve büyüklüğününe ve bir o kadar da yakın oluşuna tanıklık eder. Bu muazzam kubbeyi izlemek için önce oturdum, sonrası sonrası uzandım. Aklımdan şunlar geçti;  " Tamam geometri, matematik, statik, plan, proje.... Eyvallah ! Hepsi iyi de bu taştan çatı nasıl olurda insana bulutlar altındaymışcasına bir his verir ?" Selimiye'de ve diğer Sinan eserlerin de ilk göze çarpan sadelik olmakta. Sanat eseri çiniler, her biri kalem ustalığı mermer işlemeler, mimarlık dehası muazzam kubbeler, minareler...birinin muhteşemliği diğerini gölgelememekte. İşığın ustalıklı kullanımı, sizi tek tek  ayrıntıları değil de, bu ayrıntılardan oluşan kompleks güzelliği  görmeye davet etmekte. Selimiye Cami'nin ben de bıraktığı iz mimariden daha çok kalbi oldu. Bunu;tek başına benim müslüman inancına mensup olmamla açıklayamayız diye düşünüyorum. Benzer etkiyi Ayasofya'da da hissedebilirsiniz. Bu onları yapan mimarların ustalığı ve dehalarıdır. İbadet amaçlı inşaa edilmiş bu yapıların yapılış amaçlarından biri de yaratanla, yaratılan arasında bir bağ inşaa etmektir.
EDİRNE SELİMİYE CAMİİ




  Selimiye Camii'inden sonrası ziyaret noktam Eski Camii (Cami-i Atik). Cami Edirne'de bulunan en eski Osmanlı eseridir.. Caminin inşa tarihi Osmanlı'nın Fetret Devrine denk düşer. Camii inşası 1403 yılında Sultan I.Süleyman tarafından başlanır. Taht savaşlarının galibi, Çelebi Sultan Mehmet zamanında 1414'te bitirilir. Mimarı Hacı Alaaddin .Camii'nin mimari özelliklerine kısaca bakacak olursak; yalnızca dört paye üzerinde yükselen camii ve kubbeler mekanda genişlik ve ferahlık duygusu yaratıyor. Eski Camii'nin en belirgin özelliği ise duvarlarındaki büyük kaligrafik yazılar. (Ara Güler'in bu camii'de çekmiş olduğu fotoğraflar hafızalardadır)
 
ESKİ CAMİİ

  Eski Cami'den sonrası diğer ziyaret noktam ise yine hemen Selimiye Cami'nin yanıbaşında bulunan Üç Şerefeli Camii. 1438-1447 yılları arasında Sultan II. Murat tarafından yaptırılınan caminin mimarı Mimar Muslihittin'dir. Adını üç şerefeli minaresinden almaktadır. Daha sonrası dönemde eklenen diğer üç minare ile birlikte caminin dört minaresi vardır. Her biri farklı olan (Burma motifli, baklava motifli, iki ve tek şerefeli gibi) minareleri ilgi çekici. Cami yapısı enine dikdörtgendir. İçeriye girdiğinizde farkındalığına varabiliyorsunuz. Üç Şerefeli Camii kendisinden sonraki Osmanlı Cami mimarisinde birçok yeniliğin öncü yapısıdır. Selçuklu usulü çok kubbeden tek kubbeye geçiş (24 metre çapında bir kubbesi vardır), İlk revaklı avluya sahip olması, 76 mt boyunda üç şerefeli minaresi (şerefelerin her birinine ayrı yollardan çıkılmakta)gibi birçok mimari detay ilk bu camide  denenmiştir.  Benim dikkatimi çeken diğer bir husus görkemli taç kapısı oldu. Bu kadar güzeline çok sık rastlayamazsınız. Edirne şehir gezisi niyetlilerine Üç Şerefeli Cami'ni ziyareti salık veririm.
 
ÜÇ ŞEREFELİ CAMİİ



Üç Şerefeli Cami'inden sonra hemem yanı başında bulunan Edirne'deki diğer bir Mimar Sinan eseri Sokullu Hamamı'nı görebiliyorsunuz.
 
 
 
   Sonrası rotam Edirne Müze'si oluyor. Edirne Müze'si de arkeolojik ve etnoğrafik eserleri ayrı sergi salonlarında görebiliyorsunuz. Arkoloji bölümü ve müze bahçesinde Antik Çağ'dan günümüze gelen Edirne ve çevresinde kazılarda çıkarılan buluntular sergilenmekte. Müze bahçesinde bulunan dolmen, stel mezar örnekleri dikkat çekici. Etnoğrafya bölümünde Edirne'de dair yaşam kesitleri (Sünnet ve Gelin Odası), çeşitli el sanatları örnekleri sergileniyor. Özellikle Edirnekariyi (Ahşap üzerine yağlıboya bezeme sanatı) inceleme ve fikir sahibi olma şansınız oluyor. 
 
EDİRNE MÜZESİ-EDİRNAKARİ ÖRNEKLERİ
DOLMEN MEZAR ÖRNEĞİ



 NE YAPSAK TA ETSEK ŞU SANDIĞI KÖTÜ SERGİLESEK ADLI BAŞARILI ÇALIŞMA
  Hani her şehrin (büyük metropoller hariç)  sosyal  hayatının şekillendiği bir cadde muhakkak vardır. İşte Edirne'de bu adres Saraçlar Caddesi ve çevresi oluyor. Bankalar, mağazalar, cafeler sıra sıra...



   Sokaklara, tarihi çarşılar girip çıkıyorum. Alışveriş yapan ahalinin esnafla konuşmalarına, pazarlıklarına kulak kabartıyorum. Belediyenin "Edirne... eşrafından...eşi vafat etmiştir. Cenazesi Eski Cami'den..." anoslarını dinliyorum. Yoruldukça çay ocaklarında oturuyorum. Esnafla çene çalıyorum.  Şehri gezen de bir ben değilim, Yunan'lı turistlere şehrin her yerinde... Akşam yemeği sonrası birkaç bira ile bir şehir otelinin iptidai odasına çekiliyorum. İstasyonlar, trenler, tıkırtılar, meyveli sabun kokuları, çarşılar, camiler, otel katipleri, sokaktan gelen modifiye Doğan-Şahin arabaların ara gazlı egzost sesleri, otel odaların melankolisi.... uyuya kalıyorum.
   Sabahın erken saatlerinde martı sesleri ile uyanıyorum. (Nasıl olduğuna dair hiçbir fikrim yok). Bir börekçide karnımı doyurup Karaağaca doğru yürümeye başlıyorum. Yol güzergahında ilk göreceğiniz
Tunca Köprüsü. Köprü 1608-1615 yılları arasında yapılmış. Mimarı tanıdık bir isim. Sultanahmet Cami'nin de mimarı Sedefkar Mehmet Ağa. Köprünün 11 ayağı ,10 kemeri ve üzerinde kitabe köşkü var. Köprünün kitabesinde ve kitabe köşkünde vandalların izleri mevcut. Ne yazık ki bu ülkemizde şaşırtıcı ve az rastlanır bir durum değildir. Kimileri," Adımı tarihe yazdıramıyorum, o vakit  tarihin üzerine ben  adımı yazayım" şiarıyla hareket etmekte.
TUNCA KÖPRÜSÜ
 

TUNCA KÖPRÜSÜ KİTABE KÖŞKÜ
BİR NEHİR KIYISINDA FASIL EŞLİĞİNDE TAVUK KANADI YEMEK
SALVADOR DALİ ÖLMEDİ KALBİMİZDE YAŞIYOR.
 Tunca Nehri kıyısında bolca çay bahçeleri, restoranlar var. Pazar sabahı kahvaltıları için güzel bir seçenek. Parke taşlı yolda birkaç yüz metre yürüdükten sonra yeni bir nehir ve yeni köprüye ulaşıyorsunuz. Meriç Nehri ve Meriç Köprüsü. Meriç Köprüsü 1842-1847 yılları arasında Sultan Abdülmecid döneminde inşaa edilmiştir. 253 metre boyunda 13 ayak üzeri 12 kemerlidir. Yine bu köprü üzerinde de kitabe köşkü mevcuttur. Köprünün Karaağaç yönünde girişte eski gümrük binasını görüyorsunuz.
MERİÇ KÖPRÜSÜ
 



ESKİ GÜMRÜK BİNASI
 
Meriç Köprüsü sonrası Karaağaç'a doğru ağaçlı güzel bir yol sizi bekliyor. Yürüşünüze biraz devam edince Edirne Kent Ormanı'nın girişi beliriyor. Sabahın erken saatlerinde envai çeşit kuş sesleri size şehir hayatında neleri ıskaladığımızı bir kez daha hatırlatıyor.

   Yürüşünüze devam ettiğinizde bu kez Jandarma Şehitleri Anıtı'na ulaşıyorsunuz.( Farkındaysanız Edirne-Merkezden ayrılıp Karaağaca doğru yürüyüşe geçtiğimden beri şimdiden bir çok ziyaret noktası oluştu bile. Edirne gezilerinde Karaağaç olmazsa olmaz olduğunun işaretleri sayabiliriz.) Anıt 1912-1913 Balkan Savaşında şehit düşen jandarmaların hatırası için yapılmış. Bizim özgürlüğümüz için canlarını feda edenlerin aziz hatıraları önünde saygı ile  eğilmek için size bir fırsat...

JANDARMA ŞEHİTLİĞİ


Şehitlik sonrası yolunuza devam ettiğinizde nihayetinde Karaağaç'a varıyorsunuz. Lozan Antlaşmasının maddelerinin birine konu olan Karaağaç; az katlı tarihi evleri, arnavut kaldırımlı yolları ile sıcak bir yer. Antlaşmalara konu olması ise stratejik coğrafi konumu olsa gerek. Artık sınır bir adım ötenizde.
"FEN LİSESİ "RAKIM 150 NÜFUS 3100 ?
   Nihayetinde Edirne'ye gelme en önemli sebeplerden biri olan Eski Edirne Tren Garı'a ulaşıyorum. Edirne Garı; benim gibi demiryolu meraklılarının hep görmek isteyeceği ülkemiz demiryolları yapılarının en güzellerindendir. Çeşitli kaynaklarda yapım yılı 1914 diye geçmekte. Mimar Kemalettin'in Şark Demiryolları Şirketine tasarladığı dört gar binasından biridir.  ( Filibe Garı, Selanik Garı, Sofya Garı) Filebe Gar binasında gösterdiği haklı başarı sonrası şirket Edirne Garı binası yapım işini kendisine vermiştir. Neo-Klasik üslupla yapılmış bu güzel yapı, üç katlı ve dikdörtgen planlıdır. Savaş sonrası tren yolu güzergahının değiştirilmesinden kullanılamamıştır. 1974 Kıbrıs olayları döneminde kısa bir süre ileri karakol vazifesi gören gar, 1977 yılında Trakya Üniversitesine bırakılmıştır. Halen Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak hizmet vermektedir.




 
 Garın içine giremeden etrafında döne dolaşa tavafımı bitirdikten sonra aynı alanda kurulu Lozan Anıtı'na doğru yöneliyorum. Anıt 1998 yılında Lozan Konferansı anısına yapılmıştır. Kompozisyonunda barış teması işlenmiş. Yine konferans ve Lozan denilince akla ilk gelen isim olan İsmet İnönü ile ilgili bilgi ve belgelerden oluşan bir müze kurulu. Müzeyi kapalı olduğundan ziyaret şansım olmadı.
LOZAN ANITI
 Eski Edirne Garı'na uzun zaman göreşemiyeceğim bir dosttan ayrılır gibi vedalaştım... Karaağaç'ta bir kahveye oturdum. Bir grup çiftçi çaylarını yudumlayıp kendi aralarında şakalaşıyorlar. Şiveli konuşmalar insanı gülümsetiyor. Edirne merkeze dönüş için bir minibüse bindim. Minibüste yanına oturduğum amca (Salih Amca) " Hayırdır ... !" diye sordu " Geziyorum, bakıyorum..." cevabıma
"Buralarda gezilecek ne var Avrupa'yı gez asıl..." diye karşılık verince, " Bakalım bu konuşmaya meyilli ihtiyardan neler çıkacak" diye içimden düşündüm. Salih Amca, uzun zaman Almanya'da yaşamış. Kavga, gürültü... Sonrası sınırdışı. On beş sene hapis yatmış. (Beş seneYunanistan'da, on senesi de Türkiye'de) Bir insan hayatının on beş senesi... Dile kolay... Salih Amca sınırda insan kaçakçılığı yapmış uzun seneler. Büyük paralar kazanmış, büyük paralar kaybetmiş. Sonuç olarak geçen sene eşini de vefat edince şu hayatta yapayalnız kalmış. Minibüs bizi Saraçlar Caddesinin başında bıraktı. Yol boyunca konuşa konuşa yürüdük. Yolun sonunda II.Beyazid  Külliyesine gideceğim minibüslerin orada kendisiyle vedalaşıyorum.  Bir nehir gibi ne hayatlar yanıbaşımızdan akıp gitmekte de farkına bile varamıyoruz. Sultan II.Beyazid Külliyesine gitmek için bindiğim minibüs merkezden hareket ettikten bir süre sonra tepelerde, yoksul bir mahallede ilerliyor. Bir sokak tabelasında mahallenin ismini görüyorum "Varoş Mahallesi" . Varoş kelimesinin sözlük anlamını bilirim şüphesiz, bir de kelimenin toplum belleğinde ki bir izdüşümünü, karşılığını da. Bu ismi koyan pek muhterem zevat tüm bunları  hiç mi düşünmezler ? Bilemiyorum... Az ilerde bir birahane tabelası " Missisipi Birahanesi"( Üzerine uzun uzun düşünülecek, konuşulacak mevzular ama gezi yazısı formatını aşmakta). Minibüsten inip kısa bir yürüyüşten sonra Sultan II.Beyazid Külliyesine vardım.
 
    II.Beyazid Külliyesi; Fatih'in oğlu II.Beyazid (Beyazid-i Veli) Boğdan seferine çıkarken Edirne'ye gelir. Şehrin yaklaşık iki kilometre dışında Tunca Nehri'nin kıyısında adına bir külliye yapılmasını buyurur. Seferde aldığı ganimetlerin gelirini külliyenin yapımına kullandırır. Mimar Hayrettin tarafından (Mimarı konusunda kimi tereddütler olmakla birlikte)  1486 yılında temeli atılan külliye, 1488 de tamamlanır. Külliye, merkezde bir cami, medrese, darülşifa, imaret, hamam, tabhane (misafirhane), değirmen, köprü v.b. yapılardan oluşmaktadır. Zamanın sosyal devleti bu tür komplekslerde vücut bulmaktaydı. Tıp eğitimi veren medresesi, derece olarak çağının önemli eğitim merkezlerindendir.Külliyenin yapıları (camii hariç) 1984 yılında  Trakya Üniversitesi'ne devredilmiştir. 1997 yılında şifahane bölümü müzeye dönüştürülmüştür. (Trakya Üniversitesi Sağlık Müzesi) Oldukça başarılı bir müzecilik çalışması koyan Trakya Üniversitesi 2004 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müze'si ödülünü hakkıyla kazanmıştır. Bu genel bilgilerden sonra külliyeyi tanıtımına geçecek olursak doğal olarak camiden başlamamız gerek. Camii sütunsuz, kemersiz, kare plandan çıkan dört duvar üzerine yerleştirilen kubbeden oluşmakta. Bu da camiye, sadelik, mekanda genişlik vermekte. Sade yaşantısı, "Veli" lakabını alacak kadar dindar ve bilgili padişaha yakışır bir camii.
Caminin ve medresenin revaklarındaki sütunlar birbirinden oldukça farklı. Sanırım dört yıl gibi kısa sürede yapımı biten külliye inşaatında, toplama birçok parça kullanılmış.
 
    Külliyenin Şifane bölümünün (Sağlık Müzesi) tamamını gezip bitirdiğimde, müzeyi gerçekten çok beğendim.  Sunumu, bilgilendirmeleri, yerleşimi, canladırmaları gerçekten çok başarılı. Gezi sonrası tıp tarihi, cerrahi metot ve materyallerin tarihi süreci  ile ilgili kronolojik genel bir bilgiye sahip olabiliyorsunuz. Sağlık müzesinde benim özelde ilgimi çeken, Sabuncuoğlu Şerafettin'in kitabından aktarılan resimler oldu. (15. yy. ait bu cerrahi müdahallerle ilgili resimlerden oluşan bu  
kitap aynı zamanda İslamiyette ilk insan çizimli kitapıdır) . Müzeyi başarılı kılan diğer bir husus, çok başarılı canlandırmaları. Hasta, hekim, eczacı, müzikle tedavi gibi canlandırmalarla, sizi geçmişe götürüyor. Zamanında bu mekanı özel kılan, bahsetmezsen eksik kalacak olan "Müzikle Tedavi" konusudur. Bu darrüşifada müzikle tedavi önemli bir yer tutarmış. Farabi'nin açtığı yoldan ilerleryerek hastaların tedavisinde müzik kullanılmış. Bu kullanış bir metot çerçevesinde olmuş. Makamların insan üzerinde etkisi incelenerek, hastanın içinde bulunduğu duruma göre, makam, süre, vakit gözeterek kullanılmış. Bu konuda müzede, çok detaylı bilgilendirme levhaları mevcut. Ayrıca müzeyi gezerken sürekli bir ney sesi size eşlik etmekte. Darrüşifa'da diğer bir tedavi yöntemi ise su olmuş. Suyun teskin ve iyileştirici özelliğinden çokça yararlanılmış. Müzeyi gezerken ilgimi çeken konularla ilgili çokça not aldım. Aldığım notlar o kadar çok ki müstakil bir yazı oluşturur. Velhasılıkelam gelin, görün, pişman olmazsınız. (Külliye ile ilgili çok fazla görsel materyal kullanmak isterdim ama fotoğraf  makinamın şarzının bitmesinden dolayı sınırlı çekim yapabildim. Küçük boyutlarda yerleştirme yaptığım iki fotoğraf bana ait değildir. Uzunköprü'de ise hiç çekim imkanım olmadı)
   
II.BEYAZID KÜLLİYESİ
 

EDİRNE SAĞLIK MÜZESİ

 
    II.Beyazid Külliyesi gezisinden sonra yolculuk Uzunköprü'ye. Uzunköprüye gitmek için öncelikli otogara gitmeniz gerekli. Oradan da bineceğiniz minibüsle yaklaşık 60 km bir yol sizi beklemekte. Severim böylesi yolculukları; inenler, binenler, aralarında yaptıkları sohbetler ilgimi çeker. Bir minibüs dolusu insan sizin bu zamana kadar hiç düşünmediğiniz, hayatınıza dahil olmayan bir konuda (falan ürünün bu sene ki tüccar fiyatı)  hareretli hareretli tartışırlar. Bir saatlik bir yolculuk sonrası Uzunköprü'ye vardım. 1392 mt. uzunluğunda, 5,5 mt. genişliğinde ve 174 ayaklı tarihi köprü  Dünyanın en uzun taş köprülerindendir. Ergene Nehri üzerinde kurulan bu köprü, II.Murad döneminde Mimar Hacı İvaz Paşa tarafından 1443-1444 yıllarında yapılmıştır. Köprüyü boydan boya yürüyerek geçtim. (Ölmeden yap listemden bir maddeye daha çizik atabilirim) Kesme taştan yapılma köprü değişik tarihlerde onarımdan geçmiş. Köprünün üstünde birbirinden alakasız (muhtemelen değişik zamanlarda yapılmış) değişik figürlerde taş işlemeler mevcut. Nedense internet üzerindeki kaynaklarda "fil figürü" üzerinde fazlaca durulmuş. Uzunköprü ilçesinde vaktim yettiğince dolaşıp, tanıma olanağım oldu. Uzunköprü ilçe merkezinden bindiğim minibüsle istasyona yol aldım.
 
UZUNKÖPRÜ


   Gittiğim tarihte Uzunköprü İstasyon binasında tadilat çalışması vardı. İstasyondan bahsediyorken, gittiğim şehirlerde, bindiğim trenlerde oraya aitmişim gibi hissederim. Bu da bana demiryolu personeli ile doğal bir iletişime geçme rahatlığı verir. 16:30'da İstanbul'a hareket edecek tren yolcularını beklemekteydi. Trende yerimi alıp Uzunköprü'den ayrıldım. Böylece Edirne gezim nihayetine ermiş oldu. Edirne'de; vaktimin darlığından gidemediğim birçok adres, gidip de yazıyı uzatmama adına aktaramadığım birçok ayrıntı oldu. Yine de Edirne'den oldukça hoş izlenimlerle döndüm. Edirne'ye gidin, gezin, görün ve paylaşın. Edirne gezisi notlarımı Edip Cansever'in dizeleriyle bitiriyorum;
 
   Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne Postası,
   Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
   Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen