1 Mayıs 2012 Salı

EDİRNE'DE TARİHE TANIKLIK ETMEK

17.03.2012

    Bu kez yolculuk Edirne'ye. Bir payitaht şehrinden diğer payitaht şehrine... Bursa sonrası İstanbul öncesi. Edirne şehri denilince zihnimde ilk belirenler ; nehirler, köprüler, Selimiye Camii, çarşılar, rengarek kokulu sabunlar, serhad, 93 Harbi ağır yenilgisi sonrası göç katarları, sonsuz ayçiçeği tarları, yağlı güreşler, çocukluğumuzun düşmanları Yunanlı'ların bir sabah tanklarıyla geçeceği sınır ? (Korkulardan, düşmanlardan ibaret tarih yazanların ve öğretenlerin utanması adına) Edirne'ye daha öncesi de gitmişliğim var ama her seyahatin kendine ait ayrı bir hikayesi oluyor. Gittiğiniz mevsimin farklılığı, ziyaretinizin bu kez özel bir güne denk gelmesi (festival v.b.), hiç dikkatinizi çekmeyen bir ayrıntının bu kez sizi hayretler içinde bırakması ve dahi farklı yüzler, ahbaplıklar... Sizin için şehrin hikayesini yeni baştan yazılır.

    Edirne'ye gitmek üzere sabahın erken saatlerinde (07:30) Sirkeci Garı'ndayım (İstanbul Gar). Bineceğim tren dört vagondan oluşmakta. Alpullu sonrası ilk iki vagon Kapıkule, diğer iki vagon ise Uzunköprü'ye devam ediyor. Bölgesel tren olduğundan numarasız, pulman koltuklarda yolculuk edeceğiz. Bu treni kullanacaklara ilk önerim; trende yemekli vagon bulunmadığından tedarikli olun.
Yoksa ilk seyyarlara artık nerede denk gelirseniz...


Sirkeci Garı II.Abdülhamit döneminde (Osmanlı demiryolları inşaa çalışmalarının büyük bölümünde onun iradesini görürüz) 3 Kasım 1890 yılında hizmete girmiştir. Proje Alman mimar August Jachmund imzasını taşır.

   Keskin düdükler ile birlikte hareket ediyoruz. Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı, K.Mustafapaşa, Yedikule... Tren Zeytinburnu'na kadar metruk fabrika binaları, yorgun, bakımsız evlerden oluşan yoksul bir coğrafyada ilerliyor. Sonrası iklim değişmekte, Bakırköy, Ataköy, Yeşilköy...  Halkalı ve dahi sonrası adının önü ve arkasında ... kent, ... İstanbul yazan binlerce evden oluşan siteler, uydu kentler... Çatalca'dan öte ise daha bir tabiaatla iç içeyiz. Baharın muştucusu leylekler yol boyu küme küme. Yolculuğumuzun üçüncü saatinde tren Çorlu'ya varabiliyor. Ah ! o kahve termosunu " yük olur" demeyip alacaktım. Tren yol çalışmalarından ötürü ağır aksak giderken ben arada tren yolcuğu üzerine sizlere ufak bir not düşeyim.. Yapmış olduğum gezilerde treni tercih ettiğimi söylediğimde çokça şöylesi tepkiler alırım." Onca yol, onca saat trenle çekilmez. Hem üç buçuk saatte otobüsle gitmek varken, neden beş buçuk saatte trenle gideyim ? "  Sanırsın o fazladan iki saatte insanlığa çığır açacak yeni bir icat yapacak. Fast food yaşam insanların iliklerine işlemiş, çok fazla seçeneği varmış gibi davranıyor ama insanlar aynı kısır kalıpların, tercihlerin arasında sıkışıp kalıyor. Biz asli mevzumuza geri dönecek olursak; yol boyu istasyon binalarının birçoğu harap ve kapalı. (Durak vazifesi görüyorlar) Çerkezköy, Çorlu, Lüleburgaz, Alpullu gibi büyük istasyonlar işler ve hareketli durumda. Alpulu'da Uzunköprü yolcuları ile yollarımız ayrılıyor. Edirne yolcuları iki vagon olarak Kapıkule'ye doğru devam ediyoruz.


 Trenin tıkırtılarından, hafif sarsılışlarından sebep içim geçmiş uyuyakalmışım. Uyandığımda "Edirne Gar" tabelasını görüyorum. Tren hareket halinde " Ah be kondüktör ben sana ne diyeyim !" Kadere boyun eğip devam ediyorum. Ama o da ne ? Selimiye Camii hemen göz hizamda. Tren duruyor. "Edirne-Şehir" tabelası... Acele ile iniyorum. Her işte bir hayır varmış. (Edirne Gar binası, şehir merkezin oldukça dışında)  Artık Edirne'deyim.


   Öğle vakti vardığım Edirne'de ilk işim yemek telaşı oluyor. Edirne'de ne yenir ? Tabii ki ciğer. Edirne'li ustalar ; ciğeri yaprak şeklinde kesip, çok kızgın tavalarda pişiriyorlar. Doğal olarak ciğer fazla yağ çekmemiş ve gevrek olarak servis ediliyor.  Bir de üzerinde yemesini gözünüz kesiyorsa acı biberi. Lezzetin üzerine yeni bir söz söylecek değilim. Benim damak tadıma güvenecek olursanız, "mükemmel".  Kimi tatlar, yerinde, yöresinde, ustalarının elinde daha bir güzel... Sofraya istediğim manda yoğurdu muhteşemlikte ciğerden geri kalmıyor.  Bir büyücek peynir kalıbı şeklinde servis edilen Edirne manda yoğurdunu siz siz olun es geçmeyin. Vakit seyyah için keşif vaktidir. Gidilecek çok mekan, yürünecek çok sokak var. Doğal olarak ilk adres Edirne'nin kalbine ! Selimiye'ye...

     Selimiye Camii herkesin malumu Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" diye nitelendirdiği bir baş yapıt. Dönemin padişahı II.Selim  Edirne'ye bir büyük cami yapılması için Mimar Sinan'a buyurur. Sultan kendi adına inşasına başlanılan caminin bitişini görmeden vefat eder. Bugün orta düzey eğitimli biri Selimiye Cami'nin Mimar Sinan'ın eseri olduğunu bilir. Ama hangi padişah döneminde yapıldığı konusunda net bilgi veremez. (Selim'de hangi Selim ?) Rönesans dönemi İtalya'sının herhangi bir kralının, soylusunun adını bilenimiz çok azdır ama Leonardo da Vinci, Michelengelo , Rafael gibi isimleri bilmeyenimiz yoktur. ( Bu sözlerim günümüzün pek kibirli politikacılarına ve onların toplum mühendislerinedir) Selimiye Camii, çok uzaklardan dahi  görülebilen, üç şerefeli dört minaresi sizi kendisine çekiyor. Camiye girmek için Selimiye Arastası'nın içinden geçiyorum.
(Arasta: Çarşılarda, aynı iş kolu üzerine dükkanların olduğu her kısım...)
    Selimiye Arastası, şehrin diğer bir çok  tarihi çarşı, bedesten ve arastasından biri olmasıyla birlikte  Selimiye Camii'nin hemen yanı başında olmasından dolayı çok daha hareketli. Arasta , II. Murat döneminde camiye gelir getirmesi için Mimar Hacı Davut'a yaptırılır. Kuruluşunda kavaflar (dönemin ayakkabıcıları diyebiliriz) tarafından kullanılan arastayı günümüz de Edirne'ye gelip de eşe dosta eli boş gitmemek için satılan Edirne'ye özgü hatıra eşyaları, badem ezmesi, Deva-i Misk gibi yine Edirne'ye has tatları  satan esnaflar oluşturmakta. Arastanın içindeki merdivenlerden Selimiye Cami'ni geçiş bulunmakta.
SELİMİYE ARASTASI
 
    Selimiye Camii 1568-1575 yılları arasında inşa edilmiştir. Külliye 22.202 m² gibi mimarlık tarihine geçmiş büyük bir alana kurulu. Caminin tamamı 2.475 m² , içi mekanı ise 1.575 m² alanı kapsamaktadır. Tüm bu rakamları veriş amacım caminin ve külliyesinin büyüklüğü  hakkında kafanızda bir fikir oluşabilmesi. Camiye ilk adımınızı attığınızda sizi ilk  insan aklına durgunluk veren kubbesi çarpıyor. Bu kubbe ki 43,25 metre yüksekliğinde ve 31,25 metre yarı çapında ve 200 ton ağırlığındadır. Kubbe sanırsınız payeler ve sütunlar üzerinde değilde boşlukta öylece asılı durmakta. Adeta bir sonsuz gökyüzü altındasınız. Burada alnı secdeye varan her inanan kendi (insani) varlığının bu alemde zerre olduğunun, yaradanın, kudret ve büyüklüğününe ve bir o kadar da yakın oluşuna tanıklık eder. Bu muazzam kubbeyi izlemek için önce oturdum, sonrası sonrası uzandım. Aklımdan şunlar geçti;  " Tamam geometri, matematik, statik, plan, proje.... Eyvallah ! Hepsi iyi de bu taştan çatı nasıl olurda insana bulutlar altındaymışcasına bir his verir ?" Selimiye'de ve diğer Sinan eserlerin de ilk göze çarpan sadelik olmakta. Sanat eseri çiniler, her biri kalem ustalığı mermer işlemeler, mimarlık dehası muazzam kubbeler, minareler...birinin muhteşemliği diğerini gölgelememekte. İşığın ustalıklı kullanımı, sizi tek tek  ayrıntıları değil de, bu ayrıntılardan oluşan kompleks güzelliği  görmeye davet etmekte. Selimiye Cami'nin ben de bıraktığı iz mimariden daha çok kalbi oldu. Bunu;tek başına benim müslüman inancına mensup olmamla açıklayamayız diye düşünüyorum. Benzer etkiyi Ayasofya'da da hissedebilirsiniz. Bu onları yapan mimarların ustalığı ve dehalarıdır. İbadet amaçlı inşaa edilmiş bu yapıların yapılış amaçlarından biri de yaratanla, yaratılan arasında bir bağ inşaa etmektir.
EDİRNE SELİMİYE CAMİİ




  Selimiye Camii'inden sonrası ziyaret noktam Eski Camii (Cami-i Atik). Cami Edirne'de bulunan en eski Osmanlı eseridir.. Caminin inşa tarihi Osmanlı'nın Fetret Devrine denk düşer. Camii inşası 1403 yılında Sultan I.Süleyman tarafından başlanır. Taht savaşlarının galibi, Çelebi Sultan Mehmet zamanında 1414'te bitirilir. Mimarı Hacı Alaaddin .Camii'nin mimari özelliklerine kısaca bakacak olursak; yalnızca dört paye üzerinde yükselen camii ve kubbeler mekanda genişlik ve ferahlık duygusu yaratıyor. Eski Camii'nin en belirgin özelliği ise duvarlarındaki büyük kaligrafik yazılar. (Ara Güler'in bu camii'de çekmiş olduğu fotoğraflar hafızalardadır)
 
ESKİ CAMİİ

  Eski Cami'den sonrası diğer ziyaret noktam ise yine hemen Selimiye Cami'nin yanıbaşında bulunan Üç Şerefeli Camii. 1438-1447 yılları arasında Sultan II. Murat tarafından yaptırılınan caminin mimarı Mimar Muslihittin'dir. Adını üç şerefeli minaresinden almaktadır. Daha sonrası dönemde eklenen diğer üç minare ile birlikte caminin dört minaresi vardır. Her biri farklı olan (Burma motifli, baklava motifli, iki ve tek şerefeli gibi) minareleri ilgi çekici. Cami yapısı enine dikdörtgendir. İçeriye girdiğinizde farkındalığına varabiliyorsunuz. Üç Şerefeli Camii kendisinden sonraki Osmanlı Cami mimarisinde birçok yeniliğin öncü yapısıdır. Selçuklu usulü çok kubbeden tek kubbeye geçiş (24 metre çapında bir kubbesi vardır), İlk revaklı avluya sahip olması, 76 mt boyunda üç şerefeli minaresi (şerefelerin her birinine ayrı yollardan çıkılmakta)gibi birçok mimari detay ilk bu camide  denenmiştir.  Benim dikkatimi çeken diğer bir husus görkemli taç kapısı oldu. Bu kadar güzeline çok sık rastlayamazsınız. Edirne şehir gezisi niyetlilerine Üç Şerefeli Cami'ni ziyareti salık veririm.
 
ÜÇ ŞEREFELİ CAMİİ



Üç Şerefeli Cami'inden sonra hemem yanı başında bulunan Edirne'deki diğer bir Mimar Sinan eseri Sokullu Hamamı'nı görebiliyorsunuz.
 
 
 
   Sonrası rotam Edirne Müze'si oluyor. Edirne Müze'si de arkeolojik ve etnoğrafik eserleri ayrı sergi salonlarında görebiliyorsunuz. Arkoloji bölümü ve müze bahçesinde Antik Çağ'dan günümüze gelen Edirne ve çevresinde kazılarda çıkarılan buluntular sergilenmekte. Müze bahçesinde bulunan dolmen, stel mezar örnekleri dikkat çekici. Etnoğrafya bölümünde Edirne'de dair yaşam kesitleri (Sünnet ve Gelin Odası), çeşitli el sanatları örnekleri sergileniyor. Özellikle Edirnekariyi (Ahşap üzerine yağlıboya bezeme sanatı) inceleme ve fikir sahibi olma şansınız oluyor. 
 
EDİRNE MÜZESİ-EDİRNAKARİ ÖRNEKLERİ
DOLMEN MEZAR ÖRNEĞİ



 NE YAPSAK TA ETSEK ŞU SANDIĞI KÖTÜ SERGİLESEK ADLI BAŞARILI ÇALIŞMA
  Hani her şehrin (büyük metropoller hariç)  sosyal  hayatının şekillendiği bir cadde muhakkak vardır. İşte Edirne'de bu adres Saraçlar Caddesi ve çevresi oluyor. Bankalar, mağazalar, cafeler sıra sıra...



   Sokaklara, tarihi çarşılar girip çıkıyorum. Alışveriş yapan ahalinin esnafla konuşmalarına, pazarlıklarına kulak kabartıyorum. Belediyenin "Edirne... eşrafından...eşi vafat etmiştir. Cenazesi Eski Cami'den..." anoslarını dinliyorum. Yoruldukça çay ocaklarında oturuyorum. Esnafla çene çalıyorum.  Şehri gezen de bir ben değilim, Yunan'lı turistlere şehrin her yerinde... Akşam yemeği sonrası birkaç bira ile bir şehir otelinin iptidai odasına çekiliyorum. İstasyonlar, trenler, tıkırtılar, meyveli sabun kokuları, çarşılar, camiler, otel katipleri, sokaktan gelen modifiye Doğan-Şahin arabaların ara gazlı egzost sesleri, otel odaların melankolisi.... uyuya kalıyorum.
   Sabahın erken saatlerinde martı sesleri ile uyanıyorum. (Nasıl olduğuna dair hiçbir fikrim yok). Bir börekçide karnımı doyurup Karaağaca doğru yürümeye başlıyorum. Yol güzergahında ilk göreceğiniz
Tunca Köprüsü. Köprü 1608-1615 yılları arasında yapılmış. Mimarı tanıdık bir isim. Sultanahmet Cami'nin de mimarı Sedefkar Mehmet Ağa. Köprünün 11 ayağı ,10 kemeri ve üzerinde kitabe köşkü var. Köprünün kitabesinde ve kitabe köşkünde vandalların izleri mevcut. Ne yazık ki bu ülkemizde şaşırtıcı ve az rastlanır bir durum değildir. Kimileri," Adımı tarihe yazdıramıyorum, o vakit  tarihin üzerine ben  adımı yazayım" şiarıyla hareket etmekte.
TUNCA KÖPRÜSÜ
 

TUNCA KÖPRÜSÜ KİTABE KÖŞKÜ
BİR NEHİR KIYISINDA FASIL EŞLİĞİNDE TAVUK KANADI YEMEK
SALVADOR DALİ ÖLMEDİ KALBİMİZDE YAŞIYOR.
 Tunca Nehri kıyısında bolca çay bahçeleri, restoranlar var. Pazar sabahı kahvaltıları için güzel bir seçenek. Parke taşlı yolda birkaç yüz metre yürüdükten sonra yeni bir nehir ve yeni köprüye ulaşıyorsunuz. Meriç Nehri ve Meriç Köprüsü. Meriç Köprüsü 1842-1847 yılları arasında Sultan Abdülmecid döneminde inşaa edilmiştir. 253 metre boyunda 13 ayak üzeri 12 kemerlidir. Yine bu köprü üzerinde de kitabe köşkü mevcuttur. Köprünün Karaağaç yönünde girişte eski gümrük binasını görüyorsunuz.
MERİÇ KÖPRÜSÜ
 



ESKİ GÜMRÜK BİNASI
 
Meriç Köprüsü sonrası Karaağaç'a doğru ağaçlı güzel bir yol sizi bekliyor. Yürüşünüze biraz devam edince Edirne Kent Ormanı'nın girişi beliriyor. Sabahın erken saatlerinde envai çeşit kuş sesleri size şehir hayatında neleri ıskaladığımızı bir kez daha hatırlatıyor.

   Yürüşünüze devam ettiğinizde bu kez Jandarma Şehitleri Anıtı'na ulaşıyorsunuz.( Farkındaysanız Edirne-Merkezden ayrılıp Karaağaca doğru yürüyüşe geçtiğimden beri şimdiden bir çok ziyaret noktası oluştu bile. Edirne gezilerinde Karaağaç olmazsa olmaz olduğunun işaretleri sayabiliriz.) Anıt 1912-1913 Balkan Savaşında şehit düşen jandarmaların hatırası için yapılmış. Bizim özgürlüğümüz için canlarını feda edenlerin aziz hatıraları önünde saygı ile  eğilmek için size bir fırsat...

JANDARMA ŞEHİTLİĞİ


Şehitlik sonrası yolunuza devam ettiğinizde nihayetinde Karaağaç'a varıyorsunuz. Lozan Antlaşmasının maddelerinin birine konu olan Karaağaç; az katlı tarihi evleri, arnavut kaldırımlı yolları ile sıcak bir yer. Antlaşmalara konu olması ise stratejik coğrafi konumu olsa gerek. Artık sınır bir adım ötenizde.
"FEN LİSESİ "RAKIM 150 NÜFUS 3100 ?
   Nihayetinde Edirne'ye gelme en önemli sebeplerden biri olan Eski Edirne Tren Garı'a ulaşıyorum. Edirne Garı; benim gibi demiryolu meraklılarının hep görmek isteyeceği ülkemiz demiryolları yapılarının en güzellerindendir. Çeşitli kaynaklarda yapım yılı 1914 diye geçmekte. Mimar Kemalettin'in Şark Demiryolları Şirketine tasarladığı dört gar binasından biridir.  ( Filibe Garı, Selanik Garı, Sofya Garı) Filebe Gar binasında gösterdiği haklı başarı sonrası şirket Edirne Garı binası yapım işini kendisine vermiştir. Neo-Klasik üslupla yapılmış bu güzel yapı, üç katlı ve dikdörtgen planlıdır. Savaş sonrası tren yolu güzergahının değiştirilmesinden kullanılamamıştır. 1974 Kıbrıs olayları döneminde kısa bir süre ileri karakol vazifesi gören gar, 1977 yılında Trakya Üniversitesine bırakılmıştır. Halen Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak hizmet vermektedir.




 
 Garın içine giremeden etrafında döne dolaşa tavafımı bitirdikten sonra aynı alanda kurulu Lozan Anıtı'na doğru yöneliyorum. Anıt 1998 yılında Lozan Konferansı anısına yapılmıştır. Kompozisyonunda barış teması işlenmiş. Yine konferans ve Lozan denilince akla ilk gelen isim olan İsmet İnönü ile ilgili bilgi ve belgelerden oluşan bir müze kurulu. Müzeyi kapalı olduğundan ziyaret şansım olmadı.
LOZAN ANITI
 Eski Edirne Garı'na uzun zaman göreşemiyeceğim bir dosttan ayrılır gibi vedalaştım... Karaağaç'ta bir kahveye oturdum. Bir grup çiftçi çaylarını yudumlayıp kendi aralarında şakalaşıyorlar. Şiveli konuşmalar insanı gülümsetiyor. Edirne merkeze dönüş için bir minibüse bindim. Minibüste yanına oturduğum amca (Salih Amca) " Hayırdır ... !" diye sordu " Geziyorum, bakıyorum..." cevabıma
"Buralarda gezilecek ne var Avrupa'yı gez asıl..." diye karşılık verince, " Bakalım bu konuşmaya meyilli ihtiyardan neler çıkacak" diye içimden düşündüm. Salih Amca, uzun zaman Almanya'da yaşamış. Kavga, gürültü... Sonrası sınırdışı. On beş sene hapis yatmış. (Beş seneYunanistan'da, on senesi de Türkiye'de) Bir insan hayatının on beş senesi... Dile kolay... Salih Amca sınırda insan kaçakçılığı yapmış uzun seneler. Büyük paralar kazanmış, büyük paralar kaybetmiş. Sonuç olarak geçen sene eşini de vefat edince şu hayatta yapayalnız kalmış. Minibüs bizi Saraçlar Caddesinin başında bıraktı. Yol boyunca konuşa konuşa yürüdük. Yolun sonunda II.Beyazid  Külliyesine gideceğim minibüslerin orada kendisiyle vedalaşıyorum.  Bir nehir gibi ne hayatlar yanıbaşımızdan akıp gitmekte de farkına bile varamıyoruz. Sultan II.Beyazid Külliyesine gitmek için bindiğim minibüs merkezden hareket ettikten bir süre sonra tepelerde, yoksul bir mahallede ilerliyor. Bir sokak tabelasında mahallenin ismini görüyorum "Varoş Mahallesi" . Varoş kelimesinin sözlük anlamını bilirim şüphesiz, bir de kelimenin toplum belleğinde ki bir izdüşümünü, karşılığını da. Bu ismi koyan pek muhterem zevat tüm bunları  hiç mi düşünmezler ? Bilemiyorum... Az ilerde bir birahane tabelası " Missisipi Birahanesi"( Üzerine uzun uzun düşünülecek, konuşulacak mevzular ama gezi yazısı formatını aşmakta). Minibüsten inip kısa bir yürüyüşten sonra Sultan II.Beyazid Külliyesine vardım.
 
    II.Beyazid Külliyesi; Fatih'in oğlu II.Beyazid (Beyazid-i Veli) Boğdan seferine çıkarken Edirne'ye gelir. Şehrin yaklaşık iki kilometre dışında Tunca Nehri'nin kıyısında adına bir külliye yapılmasını buyurur. Seferde aldığı ganimetlerin gelirini külliyenin yapımına kullandırır. Mimar Hayrettin tarafından (Mimarı konusunda kimi tereddütler olmakla birlikte)  1486 yılında temeli atılan külliye, 1488 de tamamlanır. Külliye, merkezde bir cami, medrese, darülşifa, imaret, hamam, tabhane (misafirhane), değirmen, köprü v.b. yapılardan oluşmaktadır. Zamanın sosyal devleti bu tür komplekslerde vücut bulmaktaydı. Tıp eğitimi veren medresesi, derece olarak çağının önemli eğitim merkezlerindendir.Külliyenin yapıları (camii hariç) 1984 yılında  Trakya Üniversitesi'ne devredilmiştir. 1997 yılında şifahane bölümü müzeye dönüştürülmüştür. (Trakya Üniversitesi Sağlık Müzesi) Oldukça başarılı bir müzecilik çalışması koyan Trakya Üniversitesi 2004 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müze'si ödülünü hakkıyla kazanmıştır. Bu genel bilgilerden sonra külliyeyi tanıtımına geçecek olursak doğal olarak camiden başlamamız gerek. Camii sütunsuz, kemersiz, kare plandan çıkan dört duvar üzerine yerleştirilen kubbeden oluşmakta. Bu da camiye, sadelik, mekanda genişlik vermekte. Sade yaşantısı, "Veli" lakabını alacak kadar dindar ve bilgili padişaha yakışır bir camii.
Caminin ve medresenin revaklarındaki sütunlar birbirinden oldukça farklı. Sanırım dört yıl gibi kısa sürede yapımı biten külliye inşaatında, toplama birçok parça kullanılmış.
 
    Külliyenin Şifane bölümünün (Sağlık Müzesi) tamamını gezip bitirdiğimde, müzeyi gerçekten çok beğendim.  Sunumu, bilgilendirmeleri, yerleşimi, canladırmaları gerçekten çok başarılı. Gezi sonrası tıp tarihi, cerrahi metot ve materyallerin tarihi süreci  ile ilgili kronolojik genel bir bilgiye sahip olabiliyorsunuz. Sağlık müzesinde benim özelde ilgimi çeken, Sabuncuoğlu Şerafettin'in kitabından aktarılan resimler oldu. (15. yy. ait bu cerrahi müdahallerle ilgili resimlerden oluşan bu  
kitap aynı zamanda İslamiyette ilk insan çizimli kitapıdır) . Müzeyi başarılı kılan diğer bir husus, çok başarılı canlandırmaları. Hasta, hekim, eczacı, müzikle tedavi gibi canlandırmalarla, sizi geçmişe götürüyor. Zamanında bu mekanı özel kılan, bahsetmezsen eksik kalacak olan "Müzikle Tedavi" konusudur. Bu darrüşifada müzikle tedavi önemli bir yer tutarmış. Farabi'nin açtığı yoldan ilerleryerek hastaların tedavisinde müzik kullanılmış. Bu kullanış bir metot çerçevesinde olmuş. Makamların insan üzerinde etkisi incelenerek, hastanın içinde bulunduğu duruma göre, makam, süre, vakit gözeterek kullanılmış. Bu konuda müzede, çok detaylı bilgilendirme levhaları mevcut. Ayrıca müzeyi gezerken sürekli bir ney sesi size eşlik etmekte. Darrüşifa'da diğer bir tedavi yöntemi ise su olmuş. Suyun teskin ve iyileştirici özelliğinden çokça yararlanılmış. Müzeyi gezerken ilgimi çeken konularla ilgili çokça not aldım. Aldığım notlar o kadar çok ki müstakil bir yazı oluşturur. Velhasılıkelam gelin, görün, pişman olmazsınız. (Külliye ile ilgili çok fazla görsel materyal kullanmak isterdim ama fotoğraf  makinamın şarzının bitmesinden dolayı sınırlı çekim yapabildim. Küçük boyutlarda yerleştirme yaptığım iki fotoğraf bana ait değildir. Uzunköprü'de ise hiç çekim imkanım olmadı)
   
II.BEYAZID KÜLLİYESİ
 

EDİRNE SAĞLIK MÜZESİ

 
    II.Beyazid Külliyesi gezisinden sonra yolculuk Uzunköprü'ye. Uzunköprüye gitmek için öncelikli otogara gitmeniz gerekli. Oradan da bineceğiniz minibüsle yaklaşık 60 km bir yol sizi beklemekte. Severim böylesi yolculukları; inenler, binenler, aralarında yaptıkları sohbetler ilgimi çeker. Bir minibüs dolusu insan sizin bu zamana kadar hiç düşünmediğiniz, hayatınıza dahil olmayan bir konuda (falan ürünün bu sene ki tüccar fiyatı)  hareretli hareretli tartışırlar. Bir saatlik bir yolculuk sonrası Uzunköprü'ye vardım. 1392 mt. uzunluğunda, 5,5 mt. genişliğinde ve 174 ayaklı tarihi köprü  Dünyanın en uzun taş köprülerindendir. Ergene Nehri üzerinde kurulan bu köprü, II.Murad döneminde Mimar Hacı İvaz Paşa tarafından 1443-1444 yıllarında yapılmıştır. Köprüyü boydan boya yürüyerek geçtim. (Ölmeden yap listemden bir maddeye daha çizik atabilirim) Kesme taştan yapılma köprü değişik tarihlerde onarımdan geçmiş. Köprünün üstünde birbirinden alakasız (muhtemelen değişik zamanlarda yapılmış) değişik figürlerde taş işlemeler mevcut. Nedense internet üzerindeki kaynaklarda "fil figürü" üzerinde fazlaca durulmuş. Uzunköprü ilçesinde vaktim yettiğince dolaşıp, tanıma olanağım oldu. Uzunköprü ilçe merkezinden bindiğim minibüsle istasyona yol aldım.
 
UZUNKÖPRÜ


   Gittiğim tarihte Uzunköprü İstasyon binasında tadilat çalışması vardı. İstasyondan bahsediyorken, gittiğim şehirlerde, bindiğim trenlerde oraya aitmişim gibi hissederim. Bu da bana demiryolu personeli ile doğal bir iletişime geçme rahatlığı verir. 16:30'da İstanbul'a hareket edecek tren yolcularını beklemekteydi. Trende yerimi alıp Uzunköprü'den ayrıldım. Böylece Edirne gezim nihayetine ermiş oldu. Edirne'de; vaktimin darlığından gidemediğim birçok adres, gidip de yazıyı uzatmama adına aktaramadığım birçok ayrıntı oldu. Yine de Edirne'den oldukça hoş izlenimlerle döndüm. Edirne'ye gidin, gezin, görün ve paylaşın. Edirne gezisi notlarımı Edip Cansever'in dizeleriyle bitiriyorum;
 
   Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne Postası,
   Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
   Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen